YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Türkiye, Dünya Kupası elemeleri grubuna kâğıt üzerindeki en güçlü iki rakibini yenerek başladı. Dolayısıyla şu anda Türkiye’den daha iyi bir takım yok. Dünyanın en iyisi.
Ama çok değil, bundan dört ay önce Macaristan’a 2-0 kaybedip Uluslar C Ligi’ne düşüldüğünde bu takım ve antrenörü hakkında söylenenleri ve yazılanları hatırlıyorsunuzdur.
Türkiye o maçı kazansaydı, A Ligi’ne terfi edecek ve Avrupa’nın en üst düzey futbol ülkeleriyle aynı seviyede yer alacaktı. Hâlbuki Türkiye onlarla aynı seviyede değildi. Kazanamayınca da bir alt ligde Faroe Adaları, Cebelitarık, Lüksemburg gibi kıtanın en zayıf takımlarının seviyesine düştü. Fakat Türkiye onlarla da aynı seviyede değildi.
Tek bir maçın sonucunun bir takımın seviyesini bu kadar keskin bir şekilde belirleyebildiği saçma sapan bir turnuva öylesine ciddiye alınmıştı ki, Avrupa Şampiyonası elemelerinde gösterilen etkileyici performans bir anda unutulmuştu.
19 Mart’ta ise Türkiye’nin kadrosu açıklandığında yine büyük bir gürültü koptu. Bazı oyuncuların varlığı, bazı oyuncuların yokluğu sorgulandı: “Dorukhan Toköz daha kendi takımında oynamıyor, nasıl kadroya çağrılır?”, “Cenk Tosun uzun süredir sakatken neden kadroda?”, “Rıdvan Yılmaz nasıl olmaz?”, “Salih Uçan nerede?”
Getty ImagesOysa Şenol Güneş, millî takımdaki ilk döneminde de hep aynı oyuncularla devam ederdi ve nâdiren yeni bir oyuncu onun kadrosuna girebilirdi. Bir kulüp takımının başındaymış gibi elinde çekirdek bir kadronun olmasını hep sevmişti.
Ve aslında yirmi yıl sonra bu alışkanlığı daha da elzemdi. Nedeni ise basit: Çünkü pandeminin ortasındayız. Bir yıldır tüm rutinlerimizi gözden geçirdiğimiz yeni bir gerçekliğin içindeyiz. Futbol da bu yeni gerçekliğin içinde her şeye rağmen oynanmaya devam ediyor. Ama nasıl?
Her üç günde bir maç yapan kulüp takımlarının antrenörleri bile neredeyse hiçbir şey için hazırlanacak vakit bulamamaktan dert yanıyorlar. Peki ya üç-dört ay gibi uzun aralıklarla bir araya gelebilen ulusal takımların antrenörleri? Onlar ne yapsınlar? Bu durumda her zamankinden daha muhafazakâr olmak, mümkün olduğunca az değişiklik yapmak normal değil mi? Elbette öyle.
Ulusal takım antrenörlüğü, normal şartlar altında da daha muhafazakâr olmayı gerektirir. Bunun nedenini Pep Guardiola, iki yıl önce verdiği bir röportajda açıklamıştı. Rusya’daki son Dünya Kupası’nda fizikî açıdan güçlü birçok takımın, topla yetenekli takımlara karşı savunmayı geride kurarak oynaması ve topu dolaştırıp rakiplerini yormayı amaçlayan bu takımların karşılarında iyi organize olan ve fizik kondisyonları sayesinde ayakta kalan rakipler bulması üzerinden futbolda bir değişimin yaşanıp yaşanmadığını soran gazeteciye şu cevabı vermişti:
“Bir ulusal takımın katıldığı turnuvadaki üç-dört hafta içinde hücumunu geliştirmek üzerine çalışabilmesi bir hayli zor; çünkü bu çok zaman alan bir şey. 4-4-2 oynamak, savunma yapmak ve kontratak fırsatları kovalamak ise daha kolay; çünkü bu konularda mükemmelleşmek daha az zaman alır. Pozisyon oyunu oynamak ise çok daha karmaşıktır; çünkü her bir oyuncunun çok fazla bireysel rolü vardır.”
Guardiola’nın ulusal takımlar üzerine bu tespiti, henüz bir virüs tarafından zapturapt altına alınmamış, hayatın olağan akışında devam ettiği bir dünyada yaptığını düşünürsek, Güneş’in yoluna mümkün olduğunca aynı oyuncularla devam etmek ve belirli bir oyun üzerinde ısrar etmek istemesi daha anlaşılır bir tercih olarak görünebilir.
AADolayısıyla Türkiye’nin eleme grubunun ilk iki maçında yapmak istediği şeye dair rakiplerinden daha net bir kararının olması ve bu kararını daha iyi uygulayabilmesi tesadüf değil. Tüm bunlar, Güneş’in o çok eleştirilen muhafazakâr oyuncu tercihlerinin ve kadro yönetiminin bir sonucu.
Ligue 1’de şampiyonluğa oynayan, dolayısıyla iyi bir ortama sahip olan Lille’de oynamasına rağmen Yusuf Yazıcı dün akşam maçtan sonra millî takım kamplarını özlediğini itiraf etti. Bir arada vakit geçirmeyi çok seven bir takım olduklarını, böyle olunca sahada birbirlerinin hatalarını kapatmak için koşan bir takımın ortaya çıktığını ve bu enerjinin oyunlarına da yansıdığını söyledi. Evet, bu da Güneş’in küçümsenen eski usûl yöntemlerinin bir mârifeti.
Türkiye’nin dün akşamki on birinin yaş ortalaması 26 idi. 30 yaşın üzerindeki tek oyuncu Burak Yılmaz’dı. Uğurcan Çakır ve Ozan Tufan haricindeki diğer dokuz oyuncu ise futbol hayatlarına Avrupa’nın beş büyük ülkesinde devam edenlerden oluşuyordu. Bu ilk başta bir avantaj olarak kabul edilebilir, ki oyuncuların büyük çoğunluğunun yüksek seviyede futbol oynanan liglerden gelmeleri elbette iyi bir şey. Ama neredeyse her biri farklı takımlardan olan ve uzun süre aralıklarla bir araya gelen genç oyuncuları belirli bir düzenin parçaları hâline getirebilmek hiç kolay bir şey olmasa gerek. Güneş’in başka bir mârifeti de bu.
Yıllardır bir futbol kültürü oluşturamamış bir ülkenin ulusal takımının Güneş yönetiminde iki yıldır kontratak temelli bir futbolun üzerinde oyununu yükseltmesi ve kendinden güçlü rakiplere karşı bu şekilde üstünlük kurmayı başarması ise övülmeyi hak eden başka bir durum.
Elbette Türkiye’nin kendisinden zayıf rakiplerinin derin savunmalarına karşı toplu oyunda da daha fazla çözümü olan bir takıma dönüşmesi gerekiyor. Bir sonraki Letonya maçı bu anlamda önemli bir sınav olacak. Ama bu maçları bireysel kaliteyle de geçmek mümkün. Kendisiyle denk güçte ya da kendisinden güçlü rakiplere karşı ise stratejik bir üstünlük kurmak gerekiyor. Ve Türkiye iki yıldır bu maçlarda hep istediğini alan taraf oluyor. Bu silsileye son olarak Hollanda ve Norveç maçları da eklendi.
Hollanda maçında Luuk de Jong’un oyuna girdiği ana kadar derin savunmada rakibe net bir gol pozisyonu verilmedi ve kontrataklarla fırsatlar üretildi. Ya da Davy Klaassen ve Matthijs de Ligt'in deyişleriyle beş defa gelinip dört gol atıldı.
Norveç karşısında ise Erling Haaland ve Alexander Sørloth’un ceza sahası içindeki hâkimiyetlerini önleyebilmek için rakibi orta blokta karşılayan bir savunma anlayışı vardı ve bu da işe yaradı. Hollanda maçına göre daha az gol pozisyonu verildi ve kontrataklarla yine fırsatlar bulundu. Üstelik rakibin en büyük kozu olan Haaland-Sørloth ikilisi onların bir zaafına dönüştürüldü. Burak’ın da sık sık derine gelmesiyle orta sahada sayısal bir üstünlük kuruldu. Geleneksel bir Kuzey Avrupa takımının dışında bir anlayış olarak pas marifetiyle bu üstünlüğü kırmaya çalışan Norveç ise karşısında hep bir duvar buldu ve bunu aşamadı. Ve o duvardan seken karşı akınlardan üçü de kalelerinde gol oldu.
AATabiî ki bu iki maçta çekilen sekiz isabetli şutun yedisinin gol olmasında şans faktörünün de payı var. %88’lik gol yüzdesi inanılmaz bir oran ve Letonya maçından itibaren bu oran doğal olarak gerilemeye başlayacaktır. Ama Türkiye hem bireysel olarak belki de tarihinin en kaliteli savunma hattına hem de kolektif olarak üst düzey bir savunma anlayışına sahip olduğundan dolayı bu maçlarda da yediğinden fazlasını atmayı başarabilir (Elbette tarihsel zaaflarından biri olan uzun topları ve duran topları daha iyi savunabildiği takdirde).
Bu anlayış ise Türkiye’yi önce büyük turnuvalara istikrarlı olarak katılan bir ülke yapabilir, ardından da gittiği her turnuvada başarılı olmasını sağlayabilir.
Her hâlükârda bu takım şu anda Türk futbolunun seviyesinin çok üzerinde. Bu bir yanıyla memnuniyet verici, öbür yanıyla ise endişe verici bir durum. Avrupa’nın dört bir noktasına yayılan genç Türk futbolcuların, oynadıkları ülkelerdeki futbol kalitesini millî takıma taşımaları kesinlikle sevindirici. Ama bu kaliteye ulaşmanın yolu "Avrupa’ya kaçmak" olmamalı. Türkiye’deki futbol liglerinde de belirli bir standart yakalanmalı. Belki de bunun için dün akşamın kahramanı Ozan Tufan'a ve onun gibi nicelerine daha fazla değer vermek gerekiyordur.
Güneş'in Socrates' e verdiği son röportajda söylediği gibi: "Hep Avrupa'ya giden oyuncularımızın çok farklı oldukları söyleniyor. Hayır, burada bildiklerini orada uygulama alanı buluyorlar. Düzen onu sana yaptırıyor. Avrupa'da gurbetçi Türklerin araba kullanış şekliyle buradaki şekli bir mi? Neden burada da aynı şekilde sürmüyorlar arabayı? Çünkü ortam farklı. Hepimiz bu ortamın öznesi ve suçlusuyuz."
Suçumuzu kabul etmeli ve ortamımızı değiştirmek zorundayız. Aksi takdirde Güneş’in Jön Türklerinin futbolumuza dışarıdan getirmeye çalıştığı aydınlık, tıpkı siyasî tarihimizdeki Jön Türklerin aydınlanmacılığı gibi tek yönlü kalır ve ancak bir yere kadar varlığını sürdürebilir.
