Süper Lig'de 2022-23 sezonu İstanbulspor ile Trabzonspor arasında oynanan mücadeleyle başladı. Açılış maçı olmasının haricinde bu karşılaşmayı özel kılan bir durum daha vardı.
Yeni yönetimin devraldığı Türkiye Futbol Federasyonu'ndan çıkan kararla maçtan önce Madrigal sahnedeydi. Festival havasında geçen maçları kim sevmez ki? Özellikle de sevdiğiniz bir sanatçı veya grup varsa!
Stadyum konseri denildiğinde tüyleri diken diken olan, bu atmosfere uzun süredir hasret kalmış bir jenerasyon için daha heyecan verici bir karar olamazdı.
TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi, “Çok önemli projelerimizden biri de maç öncesi konserler verilmesi. Ben de geçtiğimiz dönemlerde bir Anadolu kulübünde, Gaziantep Futbol Kulübü’nde başkanlık yaptım, seyirci sayımızın az oluşunu özellikle yaşadım. O yüzden farklı etkinlikler yaparak, bir taraftan seyirci sayısını, bir taraftan da gelirleri artırmak istiyoruz,” dedi.
Seyirci sayısını, ligin kalitesini ve gelirleri artırmak konusunda Büyükekşi elbette haklı. Sonuçta TFF’nin ve kulüplerin birincil amacı bu olmalı ve evet, maçlar bir festival havasında geçmeli, sporun birleştirici gücü ön plana çıkarılmalı, şiddet sona ermeli, rakipler arasındaki ebedi dostluk sürmeli.
"2022-23 sezonunda gençlerimizi, kadınlarımızı, kızlarımızı, çocuklarımızı futbol sahalarına davet edeceğiz.
"Statlarımıza ne kadar çok kadın seyirci ve anne getirebilirsek, şiddet ve kötü tezahüratı o kadar önleriz. İnşallah bu sezon çok farklı olacak." (Mehmet Büyükekşi, 3 Temmuz, "Genç Ne Sever" Platformu Tanıtım Toplantısı, Stadyum Konserleri Projesi Hakkında)
TFF'den yapılan açıklama ise şöyleydi: "Mehmet Büyükekşi tarafından geçtiğimiz günlerde ilk kez gündeme getirilen ve tribünlere daha fazla sayıda kadınlar, gençler, çocuklar ve ailelerin gelmesi amacıyla hayata geçirilecek olan stadyum konserleri, Spor Toto Süper Lig’in ilk haftası ile başlayacak."
Ancak bu projenin medyaya ve taraftarlara yansıtılma şeklinde bir tuhaflık vardı. Hiyerarşinin cinsiyet temeli üzerine kurulduğu her düzende karşımıza çıkabileceği gibi "stadyum konserleri" projesi için de kadınlar bir araç olarak kullanılıyordu sanki.
Dahası Madrigal sahneye çıktığında yayıncı kuruluşun ekranlarında sadece kadınlar gösterildi. BeIN Sports yorumcusu Feyyaz Uçar, "Yalnız bir kadın taraftar gördüm, maça değil de Madrigal konserine gelmiş sanki," yorumunu yaptı.
Yani bir kadın futbolu seviyor olamaz mı?
Böylesine güzel bir projenin bu kadar cinsiyet temeli üzerinden işlenmesi hayli rahatsız ediciydi. Keza kadınlar zaten stadyumdalardı. Hatta sahanın da hep içindelerdi.
Ama asla fark edilmediler.
Yok sayıldılar.
Futbolun hayaleti olarak kaldılar hep.
Bu yenilik de öylesine cinsiyet temelli işlendi ki sanki “stadyum konserleri” denildiğinde dikkat kesilecek birileri var ve onları “kadınlar ile çocuklar için yapıyoruz” diyerek sakinleştirmeliydik.
Çünkü en iyi ihtimâl böyle olmalıydı. Yoksa, futbolda şiddetin temel nedeninin cinsiyet olmadığını, oyunda bir değişim yaşandığını ve kadınların hâlihazırda stadyumlarda, hatta futbolun içinde olduğunu TFF düşünmüyor olamazdı.
Belki de yeni yönetim bu projeye çok ezbere yakalandı. Hatta o kadar ezbere yakalandı ki, gözünün önündeki gerçeği göremedi.
Mesela bahis oyunlarının şiddeti hayli artırması gibi. 2013 yılında Manisaspor taraftarı üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, futbol izleyicisinin %50,6’sı şiddet ve çirkin tezahüratların bahis oyunlarından ileri geldiğini düşünüyor. %71,3’ü güvenlik güçlerinin yanlış müdahalelerinin şiddete ve küfüre neden olduğuna inanıyor. %64,2’si kulüplerin birbirlerine şike suçlamalarında bulunmalarını şiddet ve çirkin tezahüratın önemli sebeplerinden görüyor.
Peki Passolig’in 2014 yılında faaliyete geçtiğini varsayalım. Sizce bu verilerde bir değişim yaşanır mıydı?
Örneğin, 2013 yılındaki bu araştırmaya göre taraftarların %67,5’i hakemlerin hatalı kararlarının şiddet olaylarını artırdığını düşünüyor. Peki dokuz yılda ne değişti? 2021-22 sezonunu düşünürsek her haftayı farklı bir kulübün hakem hataları üzerine yakınmasıyla kapatmıştık.
Öte yandan taraftarların %56,9’u kışkırtıcı anonsların şiddeti körüklediğine inanıyor. %60,2’si amigoları çirkin tezahüratların en önemli nedenlerinden biri olarak görüyor. Bugün stadyumlarda hâlâ bu tarz göndermelerin ve çekişmenin bizzat kulüpler tarafından içine çekiliyoruz.
Taraftarların %53,2’si, gazetelerde şiddeti davet eden ifadelerin ve TV’lerdeki gerilimi yükseltici tartışmaların (%31,7) şiddete eğilimi artırdığını da belirtiyor. Bugün bu tarz yayın kuruluşları bizzat yöneticiler tarafından destekleniyor.
2013’ten bu yana oyun kendini “modern futbola” bırakırken, Türk futbolunun sistemlerinde de bir değişim yaşandı tabiî. Dokuz yılda federasyondan kulüplere, oyunculardan medyaya kadar herkes modernleşti.
Ama maalesef bu modernleşme bizim için “mış gibi yaparak” gerçekleşti. Dünya futbolunun istediği şartlara uyum sağlamaya çalışırken hikâyedeki karakterlerimiz değişti, ancak tipler hep aynı kaldı. İsimler ve söylemler modernleşirken geleneksellikten asla ödün vermedik.
Örneğin, TFF Yönetim Kurulu'nda tarihte ilk kez kadın yöneticiler yer aldı. Ancak iki kişi olmak üzere belli bir sayıda tutuldular. Yönetimde asla erkekler kadar etkin olamayacaklar.
Sizce bu, stadyumlara “kadın taraftar çekmek” isteyen bir yönetim için ne kadar adil?
Bir kadın taraftar/futbolcu için şiddeti bitirmek adına “amaç olarak” kullanılmaktan daha kötü bir şey olamazdı. Sporun içinde erkekler tarafından rolleri ve sayıları çoktan biçilmiş kadınlara yine bir görev düştü.
Peki kadınların asıl istediği konserler miydi?
Futbol erkeklerin bir icadı olarak cinsiyet temelleri üzerine yerleştirilirken kadınlar “oyunla ilgilenen herhangi biri olma” sınavını kolay vermedi.
1969 yılında kurulan Kınalıada Kız Futbol Takımı, Türkiye’nin ilk kadın kulübü. Dönemin kaptanı Zühal Başaran, 1972’de Milliyet’e verdiği röportajında şunları söylüyor: “Osman erkeklerde gol kralı, ben kızlarda gol kraliçesiyim. Neden hep erkekler gol kralı oluyor, bize de imkân verseler ben de en az onlar kadar gol atarım.”
1973 yılında Dostlukspor adını alan takımın yanı sıra 1980’lere doğru İstanbul, Ankara ve İzmir’de kadın futbol takımları kurulmaya başladı. İstanbul’da 1984 yılında ilk kadınlar arası futbol turnuvası düzenlendi. 1994’te Dinarsu, ilk sezonu oynanan Kadınlar 1. Ligi’nin ilk şampiyonu oldu ve dört yıl üst üste zaferini tekrarladı.
Depo/1994Ancak bu başarılara rağmen 1997’de, millî takıma dokuz futbolcu gönderen Dinarsu'ya federasyon tarafından bir antrenman sahası bile bulunamadı. Romanya’dan gelecek Barbone kulübüyle yapacakları maç için saha ve hakem tahsisi üzerine talepleri cevapsız bırakıldı.
Bu davranışın ardından Dinarsu sahibi, kişileri ve bağlı oldukları teşkilatı protesto ederek takımının ligden çekildiğini açıkladı. Dinarsu’dan önce Altay ve Gürtaş da TFF’nin ilgisizliği nedeniyle ligden çekildiklerini açıklamışlardı. Türkiye’de kadın futboluna 2003-2006 yılları arasında kulüplerin ardı ardına kapatılmasıyla ara verildi.
Erkek hegemonyası lehine bir iktidar mekanizması işleten bu yapı maalesef endüstriyelleşen futbolun meyvelerini çok geç almaya mahkûm.
Futbolun “ötekisi” olarak stadyumlarda yer almamızı bekliyorlar. Ancak oyunun içinde çoktan var olan kadınlar artık “ötekileştirilmedikleri”, “ sayılarının ve rollerinin biçilmediği”, “araç hâline getirilmedikleri”, “herhangi biri olarak görüldükleri” düzeni elleriyle inşâ ediyorlar.
Birileri tarafından bahşedilmeyen bu düzen hayli sancılı geçecek, ama değişimi saniye saniye yakalayarak geleceğe güçlü bir miras bırakacak.
Bir adım atıldığını görmek, akan zamana karşı durmaktan çok daha iyi elbette. Fakat biz bu adıma hayli geç kalmış ve biraz ezbere yakalanmış olabilir miyiz?
Eski bir Zen hikâyesi: Birbirlerine rakip iki tapınak vardır. Her iki papaz birbirlerine öylesine düşmanlık duyuyorlardır ki, yandaşlarına asla diğer tapınağa bakmamalarını söylerler.
Her bir papazın yanında kendisine hizmet edecek, getir götür işlerini yapacak bir çocuk vardır. İlk tapınağın papazı çocuk uşağına der ki, “Asla diğer çocukla konuşma. O insanlar tehlikeli.”
Ama çocuk ne de olsa çocuktur. Bir gün ikisi yolda karşılaşır ve birinci tapınaktan gelen çocuk diğerine sorar, “Nereye gidiyorsun?” Diğeri, “Rüzgârın sürüklediği yere” der. Böyle dediğine göre tapınakta büyük Zen söylemleri dinliyor olmalıdır. ‘Rüzgârın sürüklediği yere’ büyük bir lakırdıdır.
Ama ilk çocuk çok utanır, alınır ve ona nasıl cevap vereceğini bilemez. Sıkıntı, öfke kadar suçluluk da duyar, çünkü “Üstadım bana bu insanlarla konuşma demişti. Bu insanlar gerçekten tehlikeli. Şimdi, bu ne biçim bir cevap böyle? Bu beni küçük düşürdü,” diye düşünür.
Üstadına gidip olan biteni anlatır. “Onunla konuştuğum için özür dilerim. Siz haklıydınız, o insanlar tuhaf. Bu ne biçim bir cevap? Ona ‘Nereye gidiyorsun’ diye sordum - basit ve kibar bir soru - ve pazara gittiğini biliyordum, tıpkı benim de pazara gitmekte olduğum gibi. Ama o bana, ‘Rüzgârın sürüklediği yere,’ dedi.”
Üstad, “Seni uyardım, ama dinlemedin. Bak şimdi, yarın git aynı yerde dur. O geldiğinde ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sor ve o da ‘Rüzgârın sürüklediği yere,’ diyecek. O zaman sen de olaya daha filozofça yaklaş. De ki, ‘O zaman bacakların yok. Çünkü ruhun bedeni yoktur ve rüzgâr ruhu hiçbir yere götüremez!’ “Buna ne dersin?” der.
Tam bir hazırlık çabası içindeki çocuk bütün gece bunu tekrarlayıp durur. Ertesi sabah erkenden oraya gider, aynı noktada durur ve tam zamanında ikinci çocuk çıkagelir.
Birinci çocuk çok mutludur, şimdi ona gerçek felsefenin nasıl yapıldığını gösterecektir. Böylece ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorar. Ve bekler… Ama ikinci çocuk, ‘Pazardan biraz zerzevat alacağım,’ diye cevap verir. Şimdi, o çocuk öğrendiği felsefeyi ne yapacaktır ki?”
Osho’nun “Beden ile Zihni Dengelemek” kitabında geçen bu hikâye şu sözlerle devam ediyor: “Gözlerin varsa her ânın bir sürpriz olduğunu ve önceden hazırlanmış hiçbir cevabın işe yaramayacağını görürsün.”




