Basaksehir Championship Celebrations 07/19/20www.ibfk.com.tr

YORUM | Başakşehir'in yükselişi: Yüz birinci vuruş


YORUM | Onur Özgen @ozgenonur


Hantal imparatorluklar. NY Times yazarı Rory Smith, geçtiğimiz günlerde İstanbul’un üç büyüklerinin çöküşü hakkında kaleme aldığı yazısında bu tâbiri kullanıyor ve şöyle diyordu: “Boğaz'ın iki yakasında yüz yıldır Türk futboluna hükmeden yaldızlı saraylar yıkılıyor.”

Avrupalı bir gazeteci için oldukça isabetli analizler içeren yazının en vurucu tespiti ise Fatih Terim’e aitti. Türkiye'de artık büyük ve küçük kulüp diye bir ayrımın olmadığını söyleyen Terim, "Avrupa ve Türk kulüpleri arasındaki fark giderek büyürken, Süper Lig ise daha dengeli bir hâl aldı" diyordu.

Peki neden böyle oldu? Kimileri bunu 2015’te getirilen yabancı oyuncu serbestliğine bağlıyor ve bu sayede Anadolu takımlarının daha güçlü takımlar kurabildiklerini düşünüyor. Bunun elbette etkisi var. Ama makasın kapanmasının esas nedeni, aşağının güçlenmesinden ziyade yukarının zayıflaması. Bu sayede artan rekabet ise ne yazık ki kalitenin yükseldiğini göstermiyor. Çünkü bir ligin kalitesi, ancak lokomotif takımlarının gücü kadar olabilir.

Premier Lig’de Sheffield United, Wolverhampton ya da Burnley gibi takımların yükselişleri elbette çok değerli; fakat ligin kalitesini belirleyen esas şeyin Liverpool ve Manchester City arasındaki rekabet olduğu çok açık. Aynı şekilde La Liga’da da son yıllarda pek çok iyi orta sıra takımı vardı; Quique Setien’in Real Betis’i, Jose Bordalas’ın Getafe’si ya da Imanol Alguacil’in Real Sociedad’ı. Buna karşın lig, eski albenisinden çok uzakta; çünkü Barcelona ve Real Madrid arasındaki rekabet, on yıl öncesindeki kadar çok şey vadetmiyor.

Süper Lig’de ise İstanbul büyüklerinin uzun süredir içinde bulundukları mâli darboğaz, sahip oldukları güçten çok şey alıp götürdü. Ve elbette onların bıraktığı bu boşluğu birileri dolduracaktı. Bursaspor’un 2010’ların başında kazandığı şampiyonluk, aslında bugünlerin bir habercisiydi. Ama şampiyonluğun getirdiği baskıyı iyi yönetemeyen yeşil-beyazlılar, bunun devamını getirememişti. İkinci aday, elbette lig tarihinin en fazla şampiyonluk kazanan dördüncü takımı olan Trabzonspor’du. Fakat İstanbul’un üç büyüğüyle rekabet etmeyi, onlara benzemekle karıştırdıkları için Karadeniz ekibi de bu fırsatı değerlendirememişti. Üçüncü aday ise İstanbul’dan yeni bir proje takımıydı.

Abdullah Avci Goksel Gumusdag BasaksehirAA

İlk olarak İstanbul Büyükşehir Belediyespor adıyla 2007-08 sezonunda Süper Lig’e yükselen, ardından Haziran 2014’te faaliyetlerine yalnızca futbolda devam etme kararı alıp, Başakşehir Futbol Kulübü adını alan kulüp, iki yönüyle ligdeki diğer takımların birçoğundan ayrılıyordu. Birincisi; Başakşehir, çoğunluğu dernek statüsüne sahip olan Türk kulüplerinden farklı olarak, sahiplik modeliyle yönetiliyordu. İkincisi ise Başakşehir’in diğerleri gibi köklü bir geçmişi yoktu, dolayısıyla gelenekleri de yoktu ve tüm bunların doğal bir sonucu olarak, arkasında geniş kalabalıklar da bulunmuyordu. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, Başakşehir plastik bir kulüptü. Plastik kulüplerin kaderi ise sevilmemekti. Hatta bazen nefret edilmek...

Bu durumun Avrupa’nın birçok ülkesinde örneklerini görmek mümkün. İngiltere’de Manchester City ya da Chelsea, Fransa’da Paris Saint-Germain, Almanya’da Hoffenheim ya da RB Leipzig ve Avusturya’da aynı şirket tarafından yönetilen Salzburg... Elbette bu kulüplerin sahip oldukları imkânlar, içinde bulundukları şartlar birbirinden oldukça farklı. Ama hepsinin kendi ülkelerinde yarattıkları duygunun adı aynı: Antipati. City, Chelsea ve PSG gibi kulüplere olan antipatinin başlıca nedeni olarak, olağanüstü ekonomik güçlerinden dolayı sportif açıdan bir anda zirveye çıkmaları gösterilebilir. Çoğu insana göre bu hak edilmemiş bir başarı. Irish Times yazarı Ken Early, geçen yılki bir yazısında bunu City üzerinden “satın alınmış hegemonya” olarak tanımlamıştı.

Büyük transferlerden ziyade genç oyuncu keşfetme ve yetiştirme üzerine yatırımlar yapan Hoffenheim, RB Leipzig ve Salzburg gibi kulüplerin sevilmemesinin öncelikli nedeni ise şirketler tarafından satın alınmış kulüplerin futbol kültürü için tehlikeli olarak görünmeleri.

Bu endişeyi paylaşanların haklı oldukları hususlar mutlaka var. Avrupa’nın hemen her yerinde birçok köklü kulüp, iş bilmez ya da kötü niyetli yönetimleri yüzünden batma noktasına gelirken, yerlerini sonradan görme bu yeni plastik kulüpler alıyor ve futbolun geleceği açısından bu elbette hiç hoş bir durum değil.

Buna karşın Başakşehir’in yarattığı antipatinin kendine has nedenleri de bulunuyor. Birçok insan, Başakşehir’in bulunduğu yerin arkasındaki politik destekten kaynaklandığını düşünüyor ve bu görüşün de tamamen haksız olduğunu söylemek mümkün değil. Yine de bütün resim, yalnızca bunun üzerinden görülemez. Altı yıl önce kurulan bir kulübün, bu kadar hızlı yükselebilmesi, elbette hiçbir ayrıcalığa sahip olmadan gerçekleşemezdi ve bu onları birçok Anadolu kulübünün önüne geçirmiş olabilir. Ama zirveye çıkmak için bu yetmezdi. Çünkü zirvenin eski sahipleri, yıllardır affedilen vergi borçlarıyla, belki de dünyadaki hiçbir futbol kulübüne nasip olmayan ayrıcalıkların da sahipleriydi. Dolayısıyla İstanbul’un üç büyüklerini alt edebilmek için aynı zamanda iyi bir organizasyona da ihtiyaç vardı.

Başakşehir ise plastik bir kulüp olmanın avantajlarını tam da bu noktada kullandı. Arkalarında milyonlarca taraftara ve medyanın büyük bir ilgisine sahip olsalardı, ligi üst üste dördüncü bitirdikleri 2016 yazında taş üstünde taş kalmazdı. Bütün yapı değişir, sil baştan başlamak zorunda kalırlardı. Başakşehir ise ne antrenör ekibini değiştirdi ne de oyuncu kadrosunda köklü değişikliklere gitti ve her sezon küçük rötuşlarla yoluna devam etti.

Abdullah Avci Basaksehir CoachDepo Photos

Takımın bir önceki antrenörü Abdullah Avcı, şimdilerde hiç popüler bir figür değil ve bunun anlaşılır sebepleri var. Sonuç olarak kendisi gittiği Beşiktaş’ta hüsrana uğrarken, bıraktığı takım ise aynı sezon içinde şampiyonluğa ulaştı. Üstelik geçen sezon sekiz puan öndeyken verdiği şampiyonluk da cabası. Ama ne derler bilirsiniz; bir taş ustası belki yüz defa taşa vursa da değil kırmak, üzerinde küçücük bir çatlak dahi oluşturamaz. Sonra birden, yüz birinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir. Taşı ikiye bölenin o son vuruş değil, ondan öncekiler olduğu ise o an anlaşılır. Başakşehir’in bu sezonu da işte o yüz birinci vuruştu. Geçen sezon şampiyonluğu kaptırmasalardı, bu sezon bu kadar olgun olamazlardı. Avrupa maçlarında yaşadıkları önceki deneyimleri olmasaydı, Borussia Mönchengladbach deplasmanında o kadar sağlam duramazlardı. Bu yüzden Başakşehir’in bu sezonunu geride bıraktığı son beş sezondan ayırmak mümkün değil.

Fakat elbette Okan Buruk’un yarattığı birçok farklılık da vardı. Buruk, her ne kadar antrenörlük kariyerine Avcı’nın Millî Takım’daki ekibine dâhil olarak başlasa da futbol anlayışı açısından Avcı’ya hiç benzemiyor. Bunu kısa bir şekilde açıklamak gerekebilir. Öyle ki, Türk futbolunun bir önceki antrenör kuşağının üç büyük temsilcisi vardır; Fatih Terim, Mustafa Denizli ve Şenol Güneş. Üçü de bilhassa uluslararası karşılaşmalarda rakibe gereğinden fazla saygının duyulduğu bir dönemin sonuna tekâbül ederler. Birbirlerinden ayrıldıkları birçok husus olabilir; ama en önemli ortak noktaları, sürekli rakibe önlem almaktan ziyade rakibin önlem almak zorunda kaldığı bir futbola duydukları inançtır.

Bir sonraki antrenör kuşağının ise daha farklı bir yapıda olduğu görülüyor. Yine üç isim üzerinden gitmek gerekirse; Aykut Kocaman, Abdullah Avcı ve Erol Bulut’un isimleri sayılabilir (Bu üçlünün birbirleriyle bağları ise oldukça kuvvetli. Bilindiği üzere, Kocaman ve Avcı, Metin Türel’in tedrisatından geçmişlerdi. Ardından Avcı, bir dönem Kocaman’ın İstanbulspor’da yardımcılığını yapmıştı. Aynı şekilde Bulut da Avcı’nın Başakşehir’deki ekibinde yer almıştı). Bu üç ismin ise bir önceki jenerasyona göre daha metodolojik ve karma bir futbol bakış açısına sahip oldukları söylenebilir. Aynı zamanda daha ihtiyatlı olduklarını söylemek de mümkün. Bu da Türk futbolunun gerileme dönemine denk gelmiş olmalarına ve özellikle Avrupa takımlarıyla aradaki makasın giderek açılmasına bağlanabilir.

Buruk ise her ne kadar yaş itibarıyla Kocaman, Avcı ve Bulut’un temsil ettiği kuşağın içinde gibi görünse de futbola bakış açısıyla Terim, Denizli ve Güneş’e daha yakın duruyor (Buruk’tan çok daha geleneksel bir anlayışta olsa da Sergen Yalçın da rahatlıkla bu gruba dâhil edilebilir).

Geçtiğimiz sezonun devre arasıydı. Yeni Malatyaspor’un Antalya’da kamp yaptığı otelde Bulut ile buluşup, futbol anlayışı üzerine söyleşmiştik. Söyleşinin bir yerinde ise rolleri değişmiştik ve Bulut bana, “Süper Lig’de taktik anlayışı Avrupa düzeyinde olan kaç takım var?” diye sormuştu. Bu retorik soruya, "Çok sayamayız" diye cevap verdikten sonra Bulut saymaya başlamıştı: Avcı’nın Başakşehir’i, Kocaman’ın Konyaspor’u ve kendi çalıştırdığı Yeni Malatyaspor.

Haklıydı. Süper Lig, örneğin Serie A gibi, taktiksel olarak ileri seviyede bir lig değildi. Kavramlar üzerinden ilerleyen, belli bir metodolojiyi takip eden ve takımlarını süreç içerisinde geliştirebilen antrenör sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyordu. Bulut ise bu açıdan kendisiyle birlikte Kocaman ve Avcı’nın isimlerini saymıştı. Bu tesadüf değildi. Bir önceki sezon Akhisarspor ile Türkiye Kupası’nı kazanan, sonraki sezon Çaykur Rizespor’u dipten alıp üst sıralara çıkaran Buruk’un adını ise anmamıştı. Bu da tesadüf değildi.

Süper Lig’de son üç sezonun en başarılı antrenörlerinden biri olan Buruk, an itibarıyla zirveye çıkmış durumda. Ama yine de onun antrenörlüğünü târif ederken akla gelen ilk şeylerden biri taktisyenliği olmayabilir. Bunun yerine yöneticilik becerilerinden, pragmatik zekâsından ve onu hedefe götürecek ipuçlarını çabuk fark edebilmesinden bahsedebiliriz. Başakşehir’de de ipuçlarına çok çabuk ulaştı.

Okan Buruk Basaksehir CoachAA

Geçen sezon Başakşehir’in şampiyonluğu kaybetmesinin iki temel sebebi vardı; birincisi, ligin ilk yarısında savunmanın göbeğinde çok uyumlu bir görüntü veren ikiliden Manuel da Costa’nın devre arasında satılması, akabinde Alexandru Epureanu’nun da ciddi bir sakatlık geçirmesiydi. Da Costa’nın yerine alınan Serdar Taşçı’dan da sakatlık problemleri nedeniyle çok fazla faydalanılamaması nedeniyle orta sahadan Mahmut Tekdemir ve Joseph Attamah savunmanın merkezine çekilmişti. Bu, topa sahip olarak oynamak isteyen bir takım için kâğıt üzerinde iyi bir çözüm sayılabilirdi. Ama öyle olmamıştı. Başakşehir, savunmasının merkezindeki bu değişimin ardından rakiplerin kontratakları karşısında çok daha kırılgan bir yapıya bürünmüştü. Attamah’ın bireysel hatalarıyla yedirdiği goller de üzerine tuz biber ekmişti. Buruk ise bu sezon başında çok doğru bir kararla Martin Skrtel ve Ponck’u transfer ettirip o bölgeyi sağlama aldı ve devşirme stoperlerle oynamak istemediğini baştan belli etti.

Avcı’nın geçtiğimiz sezonun ikinci yarısında yaşadığı bir diğer sorun ise hücum hattındaydı. Başakşehir her ne kadar sıkı bir savunma takımı olsa da aynı zamanda çok zor gol atan bir takımdı. Avcı’nın ikinci yarıda yaptığı değişiklik ise bu sorunu çözmek yerine daha da derinleştirmişti. Öyle ki, geçen sezon Başakşehir’in kadrosunda üç santrfor vardı; Emmanuel Adebayor, Riad Bajic ve Demba Ba. Buna karşın Avcı, devre arasında Sivasspor’dan kadroya katılan ve sol kanatta oynaması beklenen Robinho’yu ileri hattın en ucunda sahte dokuz rolünde kullanmayı seçmişti. Bu tercihi, Başakşehir’in topa daha da fazla sahip olmasını ve oyun üzerindeki kontrolünün artmasını sağlamıştı belki. Ama aynı zamanda rakip kale önündeki tehditkârlığının azalmasına, daha az pozisyon üreten ve netice olarak daha da zor gol atan bir takıma dönüşmesine neden olmuştu. Nihayetinde sezonu 49 golle, başka bir deyişle maç başına 1.4 gol ortalamasıyla tamamlamışlar ve bu da elbette şampiyonluk için yeterli olmamıştı.

Buruk bu durumdan da doğru bir ders çıkardı. Sahte dokuzlu bir oyun tarzının Süper Lig için fazla radikal olduğunun farkındaydı, bu yüzden fizik gücüyle oynamayı seven, daha klasik bir santrfor tipindeki Enzo Crivelli'nin alınmasına onay verdi. Ama tek başına o da yetmezdi. Avcı’nın üçlü orta sahasının anahtar oyuncularından biri olan Marcio Mossoro’yu Göztepe’ye gönderip, yerine bir önceki sezon ligin skorer orta saha oyuncularından biri olan Danijel Aleksic’i tercih etti. Bu da Buruk’un üç orta saha oyuncusundan birini kesip, yerine ikinci bir forvet oyuncusunu tercih edeceğini gösteriyordu. Nitekim öyle de oldu.

Sezona Crivelli’nin yanında bir diğer yeni transfer Fredrik Gulbrandsen’i kullanarak başlayan Buruk, ardından Mahmut Tekdemir ve İrfan Can Kahveci’nin önünde Aleksic’i tercih etti; fakat en doğru parçayı ligin 16. haftasında Kayserispor deplasmanında Crivelli ve Ba’yı birlikte kullanarak buldu. Başakşehir o maçı dört golle kazanırken, bu ikiliyi kullandığı sonraki iki lig maçında toplam dokuz gol daha attı. Ba ise bu üç maçta dört gollük bir katkı sundu.

Elbette sonraki dönemde zaman zaman bu iki oyuncuyu birlikte kullanmanın Başakşehir’i orta sahada sayısal olarak eksilttiği ve savunmada zor anlar yaşattığı maçlar da oldu. Ama biri daha kanada kırık bir şekilde iki santrforu birlikte kullanmanın getirdikleri, götürdüklerinden çok daha fazlaydı. Bu, aynı zamanda Süper Lig’in kodlarına da çok uygun bir yöntemdi.

Yakın dönemde Trabzonspor’da Umut Bulut ve Burak Yılmaz, Bursaspor’da Cedric Bakambu ve Fernandao, Beşiktaş’taysa Cenk Tosun ve Vincent Aboubakar’ı birlikte kullandığı sezonlarda ligin en etkili hücum takımlarını yaratan Şenol Güneş ile özdeşleşebilecek olan bu yöntem, bu sezon da Süper Lig’de oldukça işe yaradı. Trabzonspor’da Caleb Ekuban ve Alexander Sörloth, Kasımpaşa’da ise Mame Thiam ve Fode Koita’nın hem birbirleriyle uyumları hem de fizikî üstünlükleri hücumda çok fark yarattı ve bunun bir benzerini de Başakşehir’de Crivelli ve Ba uyguladı.

Geçen sezon Başakşehir’in skor yükünü tek başına Edin Visca çekmişti. Visca’nın kontak kapattığı maçlarda ise takımın gol atma şansı neredeyse kalmıyordu. Bosnalı oyuncu, tıpkı geçtiğimiz sezon olduğu gibi yine çift haneli gol ve asist sayılarına ulaştı ve toplam 25 gole doğrudan katkı sağladı (12 gol, 13 asist). Ama bu sezon Crivelli ve Ba’nın varlığı sayesinde hücumda yalnız adamlıktan kurtuldu ve bu üç oyuncu toplam 35 gol kaydetti. Başakşehir ise 63 gole ulaşarak hem geçen sezonki hücum performansının çok üzerine çıktı ve Trabzonspor’un ardından ligin en golcü ikinci takımı oldu hem de Süper Lig’de şampiyonluğa oynayan takımların ulaşması gereken maç başına iki gol ortalamasına çok yaklaştı.

Edin Visca Demba Ba Enzo Crivelli BasaksehirAA

Turuncu-lacivertliler, Avcı’nın ilk döneminde net bir kontratak takımıydı. Son iki sezonda ise topa sahip olma oyununa dönmüşlerdi. Geçen sezon Başakşehir, %57.9 ile ligin topa en fazla sahip olan takımıydı. Ama bu sezon işler değişti ve daha karma bir oyuna geçiş yaptılar.

Ligin ilk yarısında içerde iki puan kaybettikleri Konyaspor maçının ardından Buruk’un yaptığı, “1-0 öne geçtikten sonra top çevirmeye başladık. Bu bir alışkanlık ve bunu değiştirmemiz gerekiyor” açıklaması bu değişimin bizzat doğrulanması anlamına geliyordu. Nitekim bu sezon Başakşehir’in topla oynama oranı %51’e kadar geriledi. Bunun bir anlamı daha var: Başakşehir, Opta’ nın Süper Lig’in istatistiklerini tuttuğu 2014-15 sezonundan bu yana şampiyonluğa topa en az sahip olarak ulaşan takım oldu. Evet, Süper Lig’de her zaman için en geçerli hücum planı, rakip kaleye doğrudan bir şekilde gitmek olmuştu. Ama şu ana kadar hiçbir şampiyon takım, Başakşehir kadar direkt bir futbol oynamamıştı.

Bu şampiyonluğun salgın döneminin yarattığı yeni normallerin içinde kazanılması ise bir yanıyla mânidardı. Taraftarının desteğine alışık olan, hatta buna muhtaç olan rakipleri, boş tribünler karşısında afallayıp bocaladılar. Seyirciler bile televizyon başında ancak sahte ses efektleriyle maçları izlemeye tahammül gösterebilirlerken, Başakşehir ise mutluydu. Çünkü herkese tuhaf gelen şey, onların gerçekliğinden başka bir şey değildi.

Evet, artık Türk futbolu yeni bir gerçekliğin içinde. İstanbul’un üç büyük biraderinin yeni bir kardeşi daha var. Ve güç, artık onun elinde. Bakalım asırlık çınarları zehirleyen bu güç, ailenin yeni üyesinin elinde neye dönüşecek?

Reklam