Turkey Iceland European Qualifications 11/14/19Getty Images

YORUM | Türkiye artık hem kendini hem de karşısındakini biliyor


 YORUM | Onur Özgen @ozgenonur

Ben kimim? İnsanlığın en eski sorularından biridir bu. Cevabını bulmak ise hayli güçtür. Zira kendini bilmek, kendinle yüzleşmek bilgelik ve cesaret ister. “İnsanın kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür,” der Socrates. Delphi'deki Apollo Tapınağı'nın girişinde de felsefenin bu en kadim özdeyişi altın harflerle yazar: “Gnothi seauton!” Yani, kendini bil!

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul’a gelen İngiliz futbol yazarı David Winner, verdiği bir röportajda İngiltere’nin son uluslararası başarısının 1966 Dünya Kupası’nı kazanmak olmasını şöyle açıklamıştı: “Brexit, post-emperyal dönemde yaşanan gerçekle yüzleşememenin siyasetteki yansıması. Futbolda da bir türlü gerçeklerle yüzleşemeyen bir ülke İngiltere. Bir dönem çok güçlü bir imparatorluktuk. Artık değiliz; ama hâlâ kendimizi aynı dev aynasında görüyoruz. Bu travmayla yüzleşmediğimiz sürece aynı şeyler yaşanıp duracak.”

Benzer bir okumayı başka bir imparatorluktan kopmuş olan bizler de kendimiz için yapabiliriz sanki. Aslında hemen her milli maçta çalınan mehter marşı bile içinde bulunduğumuz neo-Osmanlıcı ruh hâlini açıkça ortaya koyuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun şaşaalı dönemlerindeki gibi yeniden en güçlü olmak ve başkaları üzerinde tahakküm kurmak istiyoruz. Artık çok daha farklı bir dünyada ve bambaşka bir gerçekliğin içinde yaşasak da...

Bu ruh hâli, elbette futbolumuza da yansıyor. Hayatta yalanları hep başkalarından duymayız. Ve en inandırıcı yalanlar, genellikle kendimize söylediğimiz yalanlardır. Futbolda da öyle. 1996 - 2002 arasındaki dört büyük turnuvadan üçüne katıldığımız ve futbol tarihimizdeki en büyük başarı olan dünya üçüncülüğüyle sona eren parıltılı dönem, aynı zamanda bu travmalı bakış açımızı da güçlendirmişti. Öyle ki, 2002 Dünya Kupası’nın ardından kendimizi turnuvada iki defa “elimizden kaçırdığımız” Brezilya’nın Avrupa’daki temsilcisi olarak görmeye başlamıştık. Hatta 2003 Konfederasyon Kupası yarı finalinde elendiğimiz Fransa maçının ardından Şenol Güneş de bu algıyı onaylamıştı:

“Dünyada üst düzey iki takım var. Bunlar Fransa ile Brezilya. Biz burada ikisiyle de maç yaptık, onlara kafa tuttuk ve bence futbol olarak ikisinden de iyiydik. Fransa'ya şanssızlığımızla yenildik, Brezilya ise bizden beraberliği zor kurtardı. Onlar neyse biz de oyuz. Artık dünyanın üst düzey futbol takımları arasındayız. Bütün dünya da Türkiye'yi artık bir futbol ülkesi olarak görüyor. Hatta bizi Avrupa'nın Brezilya'sı olarak görüyorlar. Gerçekten de öyleyiz. Futbolumuz göze çok hoş geliyor. Pozitif görüntü veriyoruz.”

Turkey Brazil World Cup 06/03/02

Brezilya gibi olmak ne demek? Nedir Brezilya futbolu deyince aklımıza gelen ilk kavram? Futebol arte. Yani, güzel futbol. Peki bu kavram yaklaşık kaç yıl içinde insanların zihninde Brezilyalılarla özdeşleşmiş olabilir? Pele ve Garrincha’nın ilk maçından, Zico ve Socrates’in son maçına kadar olan süreyi esas alırsak, bu yaklaşık 30 yıl ediyor! Ama biz çılgın Türkler, sadece tek bir turnuvada Avrupa’nın Brezilya’sı olmayı başardığımızı düşündük. İlhan Mansız'ın topu Roberto Carlos'un üstünden topuğuyla aşırttığı an o mertebeye yükselmiştik belki de. Total Futbol’un mucidi Hollandalılar, Tiki-Taka’nın mucidi İspanyollar ya da Michel Platini ve Zinedine Zidane’ı çıkaran Fransızlar olamamışlardı güzel futbolun Avrupa’daki temsilcisi. Onların yerini biz almıştık.

Sınırları oldukça geniş olan hayâl dünyamızın dışındaki gerçeklikte ise bambaşka şeyler yaşanıyordu. Öykündüğümüz pür yetenek ve doğaçlamayla dolu o Brezilya, aslında yıllar önce futbol sahnesinden çekilmişti. Kimileri son gerçek Brezilya’nın 1982’deki takım olduğunu söylese de, ben bunun 2002’deki takıma haksızlık olduğunu düşünenlerdenim. Her hâlükârda günümüzde Brezilya’nın dahi artık giymekten vazgeçtiği o gömleği, Türkiye yıllarca kendisine yakıştırdı. Ama elbette üstünde çok sakil durdu.

Hâlbuki Türk futbolunun bugüne dek kazandığı uluslararası başarıların çoğu savunma zaferleriydi. Milat olarak Galatasaray’ın 1989’da Cevad Prekazi’nin unutulmaz frikik golüyle Monaco’yu devirip Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale yükseldiği maç alınırsa, o günden 2002’de dünya üçüncüsü olunan güne kadar neredeyse bütün iz bırakan galibiyetler iyi savunma performansları sayesinde gelmişti. 1998 ve 2000 elemelerinde Bursa’daki unutulmaz Hollanda ve Almanya maçları 1-0’lık skorlarla kazanılmış, Amsterdam ve Münih’te de golsüz beraberlikler elde edilmişti. 2002’de turnuva boyunca galip gelinen üç maçta da rakiplere gol şansı verilmemişti. Takımın en golcü oyuncusu ise turnuvadaki tek 90 dakikasını üçüncülük maçında Güney Kore’ye karşı oynayabilen ve Senegal maçındaki altın golünün dışında o maçta da iki gol atan İlhan olmuştu.

Bir başka İngiliz futbol yazarı Jonathan Wilson’a göre güzel futbol ile sonuç futbolu arasındaki gerilimin hep gündemde oluşu, muhtemelen sadece spor açısından değil, yaşamsal olarak da çok temel olmasıyla ilgilidir: Kazanmak mı, güzel oynamak mı? Türk futbolu, en büyük zaferlerini bu gerilimin kazanmaktan yana olan tarafında yer alarak elde etmişti. 2000 yılında Galatasaray’ın sonunda UEFA Kupası’nı kazanacağı serüvenin ilk ayağı olan Bologna eşleşmesi geçildiğinde, basın toplantısında İtalyan bir gazetecinin yaptığı, “Bologna oynadı; ama siz kazandınız,” yorumuna Fatih Terim’in verdiği unutulmaz karşılık da adeta bu dönemin imzası gibidir: “Finito giocare, resultante importante” (Maç bitti, önemli olan sonuç).

Bu anlamda belki bir tek Euro 2008’de kazanılan başarı, ayrı bir başlıkta değerlendirilebilir. 120’de Ivan Klasnic’in golüne, 120+1’de Semih Şentürk’ün yanıt verdiği o absürt turnuvada tam olarak ne olduğunu kimse anlayamamıştı. Tabii biz de öyle. Bu yüzden, “Biz bitti demeden bitmez!” gibi yarı-mistik bir sloganla olanları anlamlandırmaya çalışmıştık. Ama yola bu slogan üzerinden devam etmeye çalışmak pek akıllıca değildi.

Bir futbol maçının hiçbir anında ne olacağı tam olarak öngörülemez. Bu anlamda futbolun bir yönüyle akıl dışı bir oyun olduğu söylenebilir. Bu da elbette oyunun içinde mistik detaylar bulunmasını kolaylaştırıyor. Ama yine de uzun vadede kazanan taraf olmak için rasyonel düşünmeye, fikirler üretmeye, planlar yapmaya ve taktikler geliştirmeye ihtiyaç var. Türk futbolu ise çok uzun zamandır bunlarla ilgilenmiyor. Ama her nasıl olduysa, 2002’deki tarihi başarıyı getiren altın jenerasyonun kalite olarak çok aşağısında olsa da genç, akılcı ve kendine özgü bir millî takım oluşturuldu.

Turkey Goal Celebration vs. France 10/14/19Depo Photos

Bu takımın ise dönem itibarıyla öncekilerden önemli farkları bulunuyor. Birincisi; çok daha öz güvenliler. Bu da dışarıya kolay açılmalarını ve oldukları yerde kalmayıp, kendilerini geliştirmelerini sağlıyor. Son İzlanda maçındaki on birdeki yedi oyuncu Avrupa kulüplerinde forma giyen isimlerden oluşuyordu ve bunların altısı Türkiye'de yetişmişti. Her ne kadar kamuoyu bu durumun nedeni olarak yabancı sınırının kaldırılmasını görse de, aslında en büyük neden bu takımın düşünme biçiminin öncekilerden çok daha farklı olması. Merih Demiral, 18 yaşında Fenerbahçe’nin sözleşme teklifini geri çevirip Sporting altyapısına transfer olmaya cesaret edebildiği için 21 yaşında Juventus’a gitti. Erken yaşta bu kararı alabilmesi ise tamamen içinde bulunduğu jenerasyona özgü.

Elbette bu durum, bir yönüyle Güneş’in de dile getirdiği gibi dezavantaja dönüşebiliyor. 2000 Avrupa Şampiyonası ve 2002 Dünya Kupası’nda çekirdek kadrosu Galatasaray’da toplanmış bir Milli Takım vardı. Şu an ise Avrupa’nın dört bir yanından gelip, sadece belli aralıklarda Milli Takım’da buluşabilen bir oyuncu topluluğu var. Buradan bir takım çıkarabilmek, eskiye göre çok daha zor. O yüzden teknik direktörün olabildiğince pragmatist davranması ve gerektiğinde “sıkıcı” görünmeyi göze alması gerekiyor. Türkiye, tarihinin en başarılı eleme gruplarını geride bırakmış olabilir. Ama içerdeki Fransa maçı dışında hangi maçında oynadığı oyun izleyenlere keyif verdi? 90. dakikada gelen iki duran top golüyle kazanılan Andorra ve Arnavutluk maçlarını ya da son İzlanda karşılaşmasını bir daha izlemek isteyen var mıdır?

Bu dönemde önemli olan şeyler belliydi; sahada birlikte hareket etmeyi öğrenmek ve sonuç almak. Bu açıdan ezbere sayılabilecek bir on birin yaratılması da çok mühimdi. Güneş elemelerde bunu da başardı; finallere gidecek on biri büyük oranda belli. Bu yüzden medya ve taraftarlar, her maç öncesi ısrarla neden Yusuf Yazıcı’nın değil de Hakan Çalhanoğlu’nun oynadığını sormaktan vazgeçmeli. Çünkü bunun bir sebebi var.

Öte yandan popülist bir şekilde ısrarla reddedilen bir gerçekliğin de altını çizmek gerekiyor. Genel olarak düşünülenin aksine bu takımı Mircea Lucescu kurdu. 2016 yazında patlak veren skandalların ardından köklü bir değişim gerekiyordu ve onu “dışarıdan” birinin yapması çok daha kolaydı. Bu değişimi de Lucescu başlattı. Aldığı saha sonuçları iyi değildi, basın toplantılarında verdiği görüntü de çok sempatik değildi. Ancak Güneş’e iyi bir takım bıraktığı kesin.

Bir diğer kesin olan şey de Güneş’in takımın başına tam zamanında geçtiği. Kabûl edelim ki Güneş de bu anlamda hayli şanslı bir antrenör. Kulüpler düzeyinde 2009’da geri döndüğü Trabzonspor ve 2015’te başına geçtiği Beşiktaş, büyük oranda tamamlanmış; zirveye ulaşmak için küçük dokunuşlara ihtiyacı olan takımlardı. Milli Takım’daysa göreve geldiği iki dönemde de iki iyi takımı devraldı. Ve açıkçası Güneş, eline iyi bir malzeme verildiği takdirde, ondan en iyi verimi alma konusunda ülkenin açık ara en maharetli antrenörü. Bu anlamda Milli Takım ile Güneş’in en doğru zamanda buluştuklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Senol Gunes Turkey France UEFA European Qualifications 06/08/19

14 Kasım ise Güneş'in Milli Takım ile buluşmalarının dönüm noktası olmaya devam ediyor. 18 yıl önce o tarihte Avusturya’yı 5-0 yenen Türkiye, 2002 yazında Japonya ve Güney Kore’de olmaya hak kazanmıştı. 18 yıl sonra bir başka 14 Kasım akşamında da İzlanda’dan gereken bir puan alındı ve 2020 yazı heyecanla beklenmeye başlandı. Avusturya’yı darmadağın eden o takım, daha ziyade hücumcularıyla ön plana çıkıyordu. İzlanda’ya karşı stratejik bir maç oynayan bu takım ise savunmacılarıyla parlıyor. Güneş’in mahareti de burada ortaya çıkıyor ve iki takımdan da farklı şekillerde faydalanmayı başarıyor.

Şaka değil; Euro 2020 elemelerinin akan oyunda gol yemeyen tek takımı 22 yaş ortalamalı defans hattıyla Türkiye. Bu olağanüstü savunma performansı, Türkiye'nin kendisini Avrupa'nın Brezilya'sı sanarak geçirdiği kayıp yılların ardından yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Futbolda başkalarını taklit ederek kendinize ait bir oyun kültürüne sahip olamazsınız. Nitekim Türkiye de olamadı. Ama bu takım, nihayet bunu başarabilir. Çünkü artık önünde gerçekçi bir hedef var; gelecek on yıl içinde Avrupa’nın en sıkı savunma takımlarından biri olmak.

Eksikler yok mu? Elbette var. Derinde bekleyen takımlara karşı açık bir üretim problemi yaşanıyor, ileride Cengiz Ünder dışında net bir kontratak silahı bulunmuyor ve duran top savunmasında hâlâ sorunlar var. Ama en temel sorun sonunda aşılmış gibi görünüyor; kendini bilmek.

Sun Tzu’ya göre kendini ve karşısındakini bilen hiçbir savaşta tehlikeye düşmez. Sadece kendini bilen, karşısındakini bilmeyen bir kazanır, bir kaybeder. Kendini de karşısındakini de bilmeyen ise her savaşta mutlaka tehlikeye düşer. Yıllardır kendini dev aynasında gören, hâliyle de karşısındakini bilmeye tenezzül dahi etmeyen Türkiye ise yıllar sonra nihayet kendini de karşısındakini de biliyor.

Reklam

ENJOYED THIS STORY?

Add GOAL.com as a preferred source on Google to see more of our reporting

0