The English Game

YORUM | The English Game: Aristokrasinin oyunu, işçi sınıfının hayatı


YORUM | Onur Özgen @ozgenonur


"Çin virüsü"... İnsanlığın mücadele ettiği küresel salgınların sonuncusu olan yeni tip koronavirüs ya da bir diğer adıyla Kovid-19’u Donald Trump böyle tanımlıyor. Dünya için kendisinin mi, yoksa koronavirüsün mü daha tehlikeli olduğu ya da hangisine daha hazırlıksız yakalandığımız ise tartışılır. Ama tüm bu olanlar sona erdiğinde, devlet ve toplum üzerine olan düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağımız kesin.

İngiliz oyunu... Bu ise yaklaşık 150 yıl kadar önce Britanya’yı, ardından tüm dünyayı sinsice etkisi altına almaya başlayan bir başka salgına verilen isimlerden biri. Daha bilinen adı futbol olan bu virüsün kökenlerinin ise aslında tıpkı Kovid-19 gibi yine Çin’e dayandığı söylenir. Birçok kaynakta futbola benzeyen ilk oyunun, M.Ö. 300 - 200 yıllarında Çin'de askerî eğitim amacıyla oynanan cujuyla ilişkili olduğu belirtilir. Fakat elbette günümüzde bildiğimiz anlamdaki modern futbolun temelleri 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’de atılmıştı. Altı bölümlük bir Netflix dizisi olan “The English Game”, bizi o günlere yeniden bakmaya çağırıyor.

Açıkçası bu tam zamanında gelmiş bir çağrı olabilir. Hayatın inanılmaz hızlı aktığı, futbolun da bu hızdan pek geride kalmadığı ve İbrahim Altınsay'ın deyimiyle neredeyse artık hatırlamak için değil de unutmak için maç izlediğimiz bir dönemde, oyunun kökenleri hakkında çekilmiş bir diziye en azından hemen vakit ayırabilir miydik, emin değilim. Ama neredeyse dünyadaki tüm insanların zorunlu durumlar haricinde evlerine kapandığı, spor izleyicilerinin ise tabiri caizse aç ve susuz kaldığı bir dönemde böyle bir dizi tam da ihtiyacımız olan şeydi.

The English GameNetflix

“The English Game”, karşıtlıklar üzerinden ilerleyen bir dizi. Birinci karşıtlık, sınıf çatışması üzerine kurulu. 19. yüzyılın sonlarındaki İngiltere’de geçen herhangi bir hikâyenin içinde değinilmemesinin imkânsız olduğu bu karşıtlık, elbette futbolun ilk adımlarında da belirleyici bir rol üstleniyor. Bir yanda futbol federasyonunu (FA) kuran ve oyunun kurallarını belirleyen özel okul mezunu aristokratların takımları; diğer yanda fabrikalarda, kiliselerde ve devlet okullarında kurulan işçi sınıfının takımları. Dizinin başrolünde ise üç takım var: Aristokratları temsilen Old Etonians, işçi sınıfını temsilen ise Darwen FC ve Blackburn Rovers.

Old Etonians’ın oyuncuları olan Arthur Kinnaird ve arkadaşları, aynı zamanda FA’in de kurucu ve yöneticileridir ve henüz çok ilkel düzeyde olsa da futbolun kurallarını belirleyenler de onlardır. Daha açık ifade etmek gerekirse, top da onlara aittir, hatta o dönemde hakemin sadece süreyi tuttuğu, faullere hiç karışmadığı düşünülürse düdük de onlardadır. Bu yüzden FA Kupası’nı ilk 13 yıl boyunca hep aristokratların takımları kazanırlar (Dizide Old Etonians’ın bir hegemonyasından bahsedilse de, aslında bu süre içinde yalnızca iki şampiyonlukları vardır ve tam beş finali kaybederler. Esas hegemonyayı kuran takım ise altı şampiyonluğu bulunan Wanderers FC’dir).

Karşı tarafta ise Lancashire takımlarından Darwen’ın pamuk fabrikası sahibi başkanı James Walsh, İskoç takımı Partick FC’den iki oyuncuyu transfer eder: Fergus Suter ve Jimmy Love. Fakat sorun şu ki, futbol o dönemde para karşılığında oynanan profesyonel bir oyun değil, tamamen keyif için oynanan amatör bir oyundur. En azından çalışmaları gerekmeyen aristokratlar için. Fakat haftanın altı günü 18 saat boyunca çok zor koşullarda çalışmak zorunda olan işçi takımlarındaki oyuncular için vakitlerini ve enerjilerini futbola ayırmak hiç de kolay değildir. Suter ve Love, bu yüzden haftada 6 sterlin karşılığında Darwen’a gelmeyi kabul ederler - bir erkek işçinin haftada ortalama 2 sterlin’den daha az kazandığı bir dönemde bu kuşkusuz önemli bir paradır. FA’in kurallarına göreyse gerekli ulaşım ve konaklama masraflarıyla maçın yapıldığı günde ferâgât edilmek zorunda olan günlük yevmiye ve kazanç dışında hiçbir üye para ve kazanç sağlayamaz. Ancak Darwen, bu iki transferle bu kuralı çiğnemiş olur - ve peşlerinden başta Blackburn Rovers olmak üzere diğer işçi takımları da gelecektir.

The English Game

Üstelik o döneme kadar hiçbir işçi takımı FA Kupası’nda çeyrek finale ulaşamamışken bunu ilk defa başaran Darwen'ın işçi-oyuncuları da para karşılığında aralarına katılan bu iki tam zamanlı İskoç oyuncuyu hoş karşılamazlar. Ama daha ileriye gidebilmeleri için Suter’in fikirlerine ihtiyaçları vardır. Ki dizideki ikinci karşıtlık da bunun üzerine kurulu. Oyunu İngilizler bulur, ama geliştirenler İskoçlar olur. Jonathan Wilson, “Futbol Taktikleri Tarihi” kitabında, “Başlangıçta kaos vardı ve futbol biçimden yoksundu” der. Sahiden öyledir. Futbola gerçek biçimini verenler ise İskoçlardır. İngilizlerin tamamen fiziksel güce ve top sürmeye dayalı ragbiden bozma köhne futboluna karşı, alanın önemini keşfeden İskoçlar pasa dayalı kendi yenilikçi futbollarını öne sürerler. Öyle ki, Old Etonians’a karşı işlerin hiç de yolunda gitmediği maçın ilk yarısının sonunda Suter, sanki gelecekten gelmiş bir Pep Guardiola edâsıyla İngilizlere nasıl oynamaları gerektiğini anlatmaya çalışır. Bir başka sahnede ise Walsh’a bugünlerde sıkça geri dönüşüne tanık olduğumuz 2-3-5 dizilişinin, futbolun ilk döneminin favori dizilişi olan 1-2-7’den neden daha üstün olduğunu anlatır. Oyunun kaderini değiştiren, gücün aristokratlardan işçi sınıfının eline geçmesini sağlayan başlıca şey de İskoçların bu üstün oyun anlayışları olur.

Aristokratlar ise değişime direnebildikleri kadar direnirler. Oyunu bulan ve kuralları oluşturanlar kendileri oldukları için, oyunun nasıl oynanacağını belirleme hakkını da kendilerinde görürler. FA’e her geçen gün daha fazla işçi takımının kaydolması, insanların maçları düzenli olarak seyretmeye gelmeleri, yeni stadyumların inşâ edilmeye başlanması, kulüplerin reklam gelirleri elde etmeleri, oyuncuların para karşılığında oynamaları ve bir kulüpten diğerine kolayca geçebilmeleri onları ürkütür. Tüm bu gelişmelerin oyunun haysiyetini yok ettiğini düşünürler. En çok korktukları şey ise futbola en çok para yatıranın günün sonunda her şeyi kazanmasıdır. Ama aslında bu kendileri için de geçerlidir. Yıllarca daha iyi beslendikleri ve daha zinde oldukları işçi takımlarına karşı elde ettiği galibiyetler de bir bakıma paranın getirdiği zaferlerdir. Bu yüzden aristokratların tek düşündükleri oyun üzerinden elde ettikleri ayrıcalıklarını korumaktır. Ama beyefendiler gibi oynamayı ve gerektiğinde kaybetmeyi de beyefendilere yakışır bir şekilde kabûl etmeyi savunan Kinnaird’ın da sonradan itiraf edeceği gibi, oyuna kuralları onların vermiş olmaları, oyunun onlara ait olduğu anlamına gelmez. Futbol her geçen gün daha geniş kitlelere yayılacak ve hiçbir ayrıcalıklı sınıfın oyun üzerinde bir tahakkümü kalmayacaktır.

Gerçekten de öyle olur. Futbolun yayılması engellenemez; çünkü çok ama çok basittir. Top ve kaleden başka bir şeye gerek yoktur, bunlar da hemen her şeyden yapılabilir; paçavralardan ya da eski gazetelerden bir top, iki taştan da bir kale yapıp futbol oynayabilmeniz mümkündür. Öte yandan kuralları da herkesin idrak edebileceği kadar basittir. Bu yüzden diğer İngiliz sporları kriket ve ragbiden çok daha fazla yayılır.

The English GameNetflix

Fakat elbette futbolun tüm geleceğini değiştiren başlıca şey, oyunun işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi. “The English Game” de bunun altını ısrarla çiziyor. İngiliz basınında ise dizide Suter'in rolünün biraz abartıldığı ve özellikle birçok gerçeğin atlandığı ya da değiştirildiği savunuluyor. Örneğin dizide bahsedilen final maçında Suter gerçekte kadroda bile bulunmuyor. Ama bu da o kadar tuhaf olmasa gerek; çünkü her ne kadar gerçek kişi ve olaylara dayansa da bu dizi nihayetinde bir belgesel değil, bu yüzden içinde kurmaca detaylar barındırmasında bir sakınca olmamalı.

İngiliz felsefeci Simon Critchley, Metis Yayınları’ndan çıkan “Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz?” kitabında şöyle der: “Futbol zaman deneyiminde özel bir boyut açar. En çok da maçı canlı izlediğimizde olur bu: Her şeyin askıya alındığı bir şimdide, maçın şimdisinde asılı kalırız. Bu şimdinin her ânında gelecek açık ve belirsizdir. Her şey olabilir; bazen hatta çoğu zaman hiçbir şey olmadığında bile. İzleriz ve kendimizi maça kaptırırız, büyüleniriz, dikkat kesiliriz, tefekküre dalarız, yani çok özel bir tarzda düşünerek dikkat kesiliriz. O ânın içinde izleriz ve sıra dışı bir şeyin olacağı o anlar üstü ânı bekleriz.”

Ne kadar süreceğini bilmiyoruz ama Critchley’in bahsettiği bu özel anları bir süre yalnızca eski maçları izleyerek yaşayabileceğiz. “The English Game” de bize içinden futbolun geçtiği eski hayatları ve insanları anlatıyor. Ve hayatlarımızı evlerimize sığdırmaya çalıştığımız bugünlerde bize zamanın nasıl aktığını anlayamayacağımız dört buçuk saat vâdediyor.

Reklam

ENJOYED THIS STORY?

Add GOAL.com as a preferred source on Google to see more of our reporting

0