YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Altı yıl önce. Beşiktaş bu kez Avrupa Ligi grubunda Sporting ile eşleşmişti. Şenol Güneş, sezonun büyük bölümünde Oğuzhan Özyakup ve Jose Sosa’yı birlikte kullanmasına karşın, o maça Atiba Hutchinson ve Necip Uysal’dan oluşan savunma ağırlıklı bir çift pivotla çıkmıştı.
Sporting ise bir Jorge Jesus takımının olması gerektiği gibi deplasmanda olduklarına aldırmadan maça çılgınca hücum ederek başlamıştı. Beşiktaş ilk yarı boyunca hiçbir şekilde rakibinin hücumlarını savunamamış ve tabiri caizse delik deşik olmuştu. Öyle ki, devre arasına Bryan Ruiz’in golüyle 1-0 yenik girdikleri için şanslılardı.
Ardından Güneş ikinci yarının başında Necip’in yerine Oğuzhan’ı oyuna almış, bu değişiklikle bambaşka bir ikinci yarı olmuş, bu defa Beşiktaş rakip yarı sahada oynamaya başlamış ve Gökhan Töre’nin golüyle eşitliği sağlamıştı. Sonucunda ise ilk yarıda Sporting farkı kaçırırken, ikinci yarıda da Beşiktaş galibiyeti kaçırmış ve karşılaşma 1-1 bitmişti.
Maç sonunda Güneş, “Derslik bir maç oldu,” ifadesini kullanmıştı. “İlk yarıda savunmada hep geç hamleler yaptık ve rakibin oynamasına izin verdik. İkinci yarıda bari hücum edelim diye düşündüm, Oğuzhan’ı oyuna aldım ve o da çok iyi oynadı. Değişikliğin ardından hem rakibe çok daha az atak şansı verdik hem de biz birçok pozisyon bulduk.”
Bu maçın ardından Oğuzhan sezonun geri kalanında kart cezalısı olduğu iki karşılaşmanın dışında hiçbir maçta bir daha yedek kalmamıştı.
Depo PhotosBeşiktaş altı yıl önceki o Sporting maçından sportif bir ders çıkarmalı ve bugüne aktarmalıydı. Ama bunu yapamadı. İki hafta önce İstanbul’da oynanan Sporting maçıyla, Lizbon’daki maç arasındaki taktik savrulma ise sakatlıklarla ilgili olduğu kadar biraz da bununla alakalıydı: Kulübün sportif bir hafızasının ve kültürünün olmaması.
Eğer Beşiktaş altı yıl önceki o karşılaşmada, daha fazla hücumcunun iyi hücumu, daha fazla savunmacının da iyi savunmayı garanti etmediği sonucunu çıkarabilseydi, dün akşam iyi savunma yapabilmek için üç defansif orta saha oyuncusuna sarılmazdı.
Sergen Yalçın orta saha oyuncularının savunmacı ve hücumcu olarak ikiye ayrılmasını sevmiyor, evet. Savunmacı olarak nitelenen bir orta saha oyuncusunun hücuma da katkı vermesi gerektiğini, aynı şekilde hücuma dönük bir orta saha oyuncusunun da savunma görevlerini yerine getirmesi gerektiğini düşünüyor. Ve bunda haklı. Ama Beşiktaş’ın dün akşamki orta sahasının ne savunma ne de hücum görevlerini yerine getirmesi mümkündü. Çünkü en önemli şeyden yoksundu: Uyum ve denge.
Depo & AAElbette teknik kapasitesi yüksek, hızlı düşünüp uygulayan, yaratıcı ve bitirici orta saha oyuncuları bir takımın iyi hücum etmesini kolaylaştırabilir, ama garanti etmez. Ya da fizik kapasitesi yüksek, pozisyon almayı bilen, mücadeleci ve top kazanan orta saha oyuncuları da bir takımın iyi savunma yapmasını kolaylaştırabilir, ama yine garanti etmez. Bu yüzden iyi bir orta alanın birbirini tamamlayan oyunculardan oluşması gerekir.
Akıcı hücum edebilmek için de sıkı savunma yapabilmek için de sahaya iyi yerleşmek ve bir kuş sürüsü gibi hareket edebilmek esastır. Bu ise bir oyunu işaret eder. Ama ortada bir oyun olmayınca, oyuncuların bireysel kabiliyetlerinden medet umulur. Gol atmaya mı ihtiyacınız var? O hâlde daha fazla hücumcuyla oynamalısınızdır. Gol yememeye mi ihtiyacınız var? O hâlde orta sahanızı savunma yanı daha kuvvetli oyunculardan seçmelisinizdir. Dolayısıyla Sergen Yalçın’ın bu tercihinin kendi içinde tutarsız olduğu söylenemez. Tıpkı elinde bir oyunu olmayan her antrenör gibi.
Beşiktaş’ın bir oyunu olmadığını söylemek kulağa acımasızca gelebilir. Ama gerçek bu; Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir oyunu yok. Çünkü futbol rakiple oynanan bir oyun ve buradaki rakipler, Beşiktaş’ı Süper Lig’de şampiyonluğa taşıyan oyununu tanımıyorlar. Ne olduğunu bilmemek anlamında değil, varlığını kabul etmemek anlamında tanımıyorlar. Bu yüzden zırhlı rakiplerinin karşısında Beşiktaş kelimenin tam anlamıyla çırılçıplak kalıyor.
AABu sezonki dört Şampiyonlar Ligi maçını kabaca ikiye ayırabiliriz Beşiktaş’ın: Sahaya oynamak için çıktığı iç saha maçları ve rakibi durdurmak için çıktığı dış saha maçları. İç saha maçları bu anlamda biraz daha umut vericiydi - en azından ilk yirmi dakikaları itibarıyla. Ama maçların geri kalan üçte ikilik kısımlarındaki teslimiyet düşünülürse şu açıkça söylenebilir: Beşiktaş ne oynamak istediği maçlarda oynayabildi ne de rakibi durdurmak istediği maçlarda durdurabildi.
Çünkü oynamak istediğinde Miralem Pjanic, Alex Teixeira ve Rachid Ghezzal’in; durdurmak istediğinde de Josef de Souza, Mehmet Topal ve Atiba Hutchinson’ın dirayetlerine sığındı. Başka bir deyişle Sergen Yalçın’ın en sevmediği şey oldu: Beşiktaş ne oynamak istediğinden bağımsız bir şekilde, her durumda savunmacılar ve hücumcular olarak ortasından ikiye ayrıldı. Ve rakipler her seferinde bu derin yarığın içinden kolayca akıp gittiler.
Beşiktaş kâğıt üzerinde Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir takım kurmuş olduğunu düşünebilir. Ama ilk dört maçlar itibarıyla anlayış açısından turnuvanın açık ara en ilkel takımıydı. Ve bu ilkelliğin yalnızca Şampiyonlar Ligi’nde değil, Avrupa kupalarının hiçbir seviyesinde bir yeri yok. Tıpkı Türkiye’nin EURO 2020’de kendisine bir yer bulamaması gibi. Herhâlde bu bir tesadüf olmasa gerek.
AABu sezon Türk futbolunun Şampiyonlar Ligi’ndeki son sezonuydu. Ve Beşiktaş bu anlamlı sezona yakışan, her şeyiyle olması gerektiği gibi bir kapanış yapıyor. Devler Ligi’nin devasa aynaları, ne durumda olduğumuzu bize tüm açıklığıyla son kez gösteriyor. Ama Sergen Yalçın’ın maç sonu açıklamalarından da anlaşılıyor ki, ne hayatta ne de futbolda bize görmek istemediklerimizi gösterebilecek bir güç var.
Rakibin ilk maçta attığı duran top gollerinin şans eseri olduğuna inanmak istiyorsak, bunu yapabiliriz elbette. Sanki akan oyunda hiçbir sorun yokmuş gibi, rakibin kanat-bekleri hemen her hücumda bize bir eşleşme sorunu yaratmamış gibi varsayabiliriz. Yenilgilerden çıkarılacak hiçbir ders olmadığını düşünebiliriz. Fakat sonunda bir sonraki yenilginin ardından kendimizi, “Yapacak çok bir şey yok,” derken buluruz. Psikolojide buna öğrenilmiş çaresizlik denir.
Ama Türk futbolu, sürekli aynı şeylerin yapılıp farklı sonuçların beklendiği bu kısır döngüye mecbur değil. Buradan bir çıkış yolu var. O yol da Hamdi Serpil Tüzün’ün deyimiyle geri kalmışlığımıza gerçekçi bir teşhis koymaktan geçiyor.
.jpg?auto=webp&format=pjpg&width=3840&quality=60)



