YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Jose Mourinho ve Jürgen Klopp. On yıllık antrenörlük kariyerinde Pep Guardiola’nın iki büyük belâlısı. Mourinho olmasaydı, Barcelona'ya 2010’da Inter’le Şampiyonlar Ligi yarı finalinde, 2012’de de Real Madrid’le La Liga’da çelme takmasaydı, belki Guardiola yeni bir meydan okuma arayışına girmeyecek ve hâlâ Barcelona’nın başında olacaktı. Ama biraz da onun sayesinde Almanya’ya gitti; iyi ki de gitmiş. Bu sayede eskisinden de ateşli, yeni bir rekabet başladı.
Her fırsatta Barcelona’nın pozisyon oyunundan çok etkilendiğini ve Barcelona’nın nasıl durdurabileceği üzerine düşünmenin kendi oyun anlayışını güçlendirmesi açısından fazlasıyla işe yaradığını söyleyen Klopp ise bu rekabete çoktan hazırdı. Ve açıkçası hem Almanya hem de İngiltere’de bu ikili rekabetin üstün olan tarafı hep oydu; ta ki geçen sezona kadar.
İki sezon önce Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Liverpool’a her iki maçta da yenilerek elendikten sonra, geçen sezon Manchester City’nin Liverpool’un karşısına daha önce Guardiola takımlarından hiç görmediğimiz kadar kontrollü ve tutucu bir oyun anlayışıyla çıktığını görmüştük. Anfield Road’da golsüz eşitlikle sonuçlanan maçta savunma önündeki Fernandinho’nun yanına Bernardo Silva çekilmiş ve top da Liverpool’a bırakılmıştı; Etihad’da 2-1 kazandıkları rövanş maçında da durum bundan çok farklı değildi. Liverpool’un öldürücü geçiş hücumları, Guardiola’yı ilk defa oyununun en temel prensiplerinden biri olan topa sahip olma tutkusundan vazgeçmeye itmişti. Ancak bu sayede de ilk defa Klopp’a karşı net bir üstünlük kurmayı başarmıştı.
Dün akşamki randevuda da buna benzer bir senaryonun olması bekleniyordu. Liverpool’un aksine City’nin birçok eksiği vardı. Kalede Ederson’un sakatlığı nedeniyle Claudio Bravo oynuyordu. Sol bekte sakatlıkları bulunan Oleksandr Zinchenko ve Benjamin Mendy’nin yerini ise sürpriz bir şekilde Angelino almıştı. Rodri ve David Silva’nın da kadroda olmaları beklenmiyordu; ama Rodri on bire dönmüştü, Silva ise kulübedeydi.

Savunma önünde Rodri’nin yanına İlkay Gündoğan’ı çeken Guardiola, tıpkı geçen sezon olduğu gibi Anfield’a yine çift pivotla çıktı. Ancak belki de altı puan geride olmanın etkisiyle çok daha saldırgan ve cüretkâr bir oyunla maça başladılar. İlk 15 dakikada topun net bir sahibi yoktu; buna karşın oyun neredeyse tamamen Liverpool’un yarı sahasında oynanıyordu (%40,2). Ama bu aynı zamanda Liverpool’un alâmetifarikası olan geçiş hücumlarına da fırsat yaratıyordu.
Maçın 6. dakikasının içine pek çok tartışma ve aksiyon sığdı. Tartışma mâlûm; Silva’nın sağ iç koridordan ceza sahasına getirdiği topu Trent Alexander-Arnold eliyle mi kesmişti, yoksa top eline mi çarpmıştı? Ya da öncesinde Silva’nın mı topa eliyle teması vardı? Açıkçası futboldaki yeni el kuralının ardından hemen hiç kimse, hatta hakemler bile, elle oynama konusunda nasıl karar verilmesi gerektiğini tam olarak bilemiyor. Birkaç yıl önce Arnold’ın topa elle temasına net bir şekilde penaltı kararı verilebilirdi. Ama şimdi Arnold’ın elinin “doğal pozisyonunda” olup olmadığına bakıyoruz ve dürüst olmak gerekirse kendi adıma bunun ne anlama geldiği hakkında pek fikrim yok. O yüzden bu tip pozisyonların ardından hangi karar çıkarsa çıksın, kendimizi bitmeyen bir tartışma girdabının içinde buluyoruz.
Dün akşam bu girdaba ilk kapılan ise Sergio Agüero oldu. Halbuki o anda önünde kalan topu ceza sahasının diğer ucunda bomboş durumdaki Raheem Sterling’e vermeyi deneseydi, Michael Oliver’ın kendileri lehine vermesini beklediği penaltı atışından çok daha net bir gol pozisyonu yakalayabilecekler ve belki de maça önde başlayan taraf olacaklardı.
Ancak öyle olmadı. Agüero, Oliver’a itirazlarını sürdürürken, Liverpool çoktan kontratağa çıkmıştı bile. Sadio Mane, sol kanatta John Stones ile bire birde kalırken, öbür uçtaki Mohamed Salah’ı Angelino marke ediyordu, Roberto Firmino ise Fernandinho ve Rodri’yle birlikte geliyordu. Mane topu sürerken bir yandan eliyle Firmino’ya içeriye girmesini işaret etti. Ardından son çizgiye doğru devam etti ve yerden içeriye paralel bir top gönderdi. Salah’tan önce Angelino araya girdi, geriden gelip topu önünde bulan İlkay Gündoğan ise telaşlı ve özensiz bir şekilde topu uzaklaştırmaya çalışınca, ceza yayına yakın bir yerde demarke durumda olan Fabinho’ya pas vermiş oldu. Angelino tam Fabinho’ya doğru gidecekti ki, kendi bölgesindeki Jordan Henderson’ın boş durumda olduğunu fark etti, ardından Fabinho’yu Rodri’ye emanet etti ve Henderson’a doğru koştu. Ama o sırada kendisi de Henderson’a bakan Rodri, Fabinho’nun şut açısını kapatmakta hayli geç kalınca, Anfield’da heavy metal’in gürültüsü çok erken duyulmaya başlandı.
Yedi dakika sonra ise City’nin tamamen sol kanada kaydığı bir anda Arnold’dan ters kanattaki Robertson’a doğru artık o alıştığımız nefis diyagonal paslarından biri geldi. Robertson’a aynı pastan son bir hafta içindeki Aston Villa ve Genk karşılaşmalarında da vermişti Arnold; ama bu defa sınırlarını biraz daha zorladı ve bu pası ters ayağıyla göndermeyi denedi. Ve başardı! Robertson bu pasla sol kanatta önünde bomboş bir kulvar buldu. Salah’ın Angelino ve Fernandinho arasına koştuğunu gördü ve en doğru zamanda, en doğru şiddetle adrese teslim bir orta gönderdi. Sonrasını biliyorsunuz; 13 dakikada iki gol. City’ye Guardiola geldiğinden beri bunu yapabilen, yani ilk 15 dakikada iki gol atabilen tek takım 2016’da Leicester City’di, üç yıl sonra Liverpool da başardı.
Getty ImagesFutbolda taktik, bir takımın zayıf yanlarını gizlemesine, buna karşın güçlü yanlarını ise ortaya çıkarmasına yarar. Liverpool dün akşam sadece kendi zaaflarını gizlemedi, City’nin zaaflarını da çok iyi tespit etti ve ısrarla bunun üstüne gitti. Angelino’nun savunduğu kanat City’nin yumuşak karnıydı, Liverpool da maç boyunca hücumlarının %44.4’lük kısmını bu bölge üzerinden geliştirdi. Özellikle Henderson bir sağ kanat oyuncusuna dönüştü. Salah’ın içe kat ettiği hemen her pozisyonda çizgiye doğru hareketlendi ve takımının o bölgede net bir sayısal üstünlük yakalamasını sağladı. Nitekim sahada kaldığı 61 dakika boyunca topla buluşmalarının yarısı sağ kanadın hücum bölgesindeydi.
Bu topla buluşmaların en kıymetlisi ise 51. dakikada gerçekleşti. Sağ kanatta kullanılan bir taç atışının ardından, Arnold ve Salah ile küçük bir üçgen kuran Henderson son çizgiye indi, akabinde yaptığı ortasını Angelino yine engelleyemedi. Uzak köşedeki Mane ise ortanın gittiği yönü Walker’dan daha önce sezince fark üçe çıktı ve City ikinci yarının başında ne olduğunu anlamadan bir yumruk daha yedi.
Yine de sağ kanat hücumlarının tartışmasız yıldızı Arnold’dı. 38. dakikada bir kez daha sahneye çıktı. Alisson Becker’in müthiş uzun pasını orta sahada sağ çizgide tek hamlede kontrol etti. Ardından topu ceza sahasına kadar o kadar rahat sürdü ve Firmino’ya şut pasını o kadar rahat verdi ki; izleyenleri hangi özelliğinin daha iyi olduğu konusunda kararsız bıraktı. Driplingleri mi daha iyiydi, yoksa pasları mı?
Geçtiğimiz günlerde The Athletic’ e verdiği röportajda kendisi ve Robertson hakkında şöyle demişti Arnold: "Bence bek pozisyonunu dönüştüren oyuncu Ashley Cole'du. Sonra Patrice Evra'nın işi götürdüğü yer hoşunuza gitti. Marcos Alonso da oldukça hücumcuydu. Şimdiyse elinizde ikimiz varız. Robertson daha koşucu bir oyuncu, ben ise daha pasörüm. İkimiz de farklı bek oyuncularıyız; ancak takım için etkili olmayı başarıyoruz.”
Arnold oyunculuğu hakkında biraz mütevazı davranmış. Çünkü kendisi sadece harika bir pasör değil, aynı zamanda çok iyi bir driplingçi. Bu anlamda şu an dünyanın en komple beki olduğunu bile söyleyebiliriz. Bu seviyeye geçtiğimiz hafta Aston Villa karşısında kulüp kariyerindeki 100. maçına henüz çıkmış bir oyuncu olarak ulaşabilmesi ise gerçekten inanılmaz.

Hem o hem de takım arkadaşları, bu olağanüstü performanslarını ise elbette Klopp'a borçlular. Peki Klopp bunu nasıl başarıyor olabilir? Taktik zekâsıyla mı, yoksa iletişim becerisiyle mi? Arnold aynı röportajda Klopp'un başarısının sırrı hakkında ipuçları veriyor: "Sizi asla bilgi bombardımanına tutmaz. Sahada tam olarak ne yapmanız gerektiğini söylemez. O size sadece fikirler verir. Bu sayede Salah savunma arkasına koştuğunda ya da Firmino derine indiğinde oluşan fırsatları görmeye başlarsınız."
City dün akşam Guardiola'nın da söylediği gibi kötü bir oyun oynamadı. Üçüncü golden sonra kısa bir müddet konsantrasyonlarını kaybettiler; ama onun haricinde çok erken gelen iki gole rağmen hep maçın içindeydiler. Hatta Silva'nın golünün ardından rakip kale önünde acaba geri dönebilirler mi dedirten bir baskı da kurdular. Ama Liverpool'un sahanın her alanındaki akıcılığı ve kararlılığı karşısında çaresiz kaldılar.
Maçın ardından Guardiola, bilhassa Liverpool'un ceza sahasına yığılma şeklinden çok etkilendiğini ve bunu yalnızca ileri üçlüleriyle yapmadıklarını söyledi. Henderson ve Georginio Wijnaldum'un da savunmalarını sürekli tehdit ettiklerini, ceza sahasına tam olarak doğru tempoda ulaştıklarını ve bu durumla baş etmenin imkânsız olduğunu açıkladı. Acaba kenarda maç boyunca sürdürdüğü aşırı agresif görüntüsü yalnızca Michael Oliver’ın kararlarıyla mı alâkalıydı? Belki Liverpool’un "sinir bozucu" kusursuzluğunun da bunda payı vardır.
2010’ların futbolu, sona ermek üzereyken iki canavar yarattı ve dün akşam o iki canavar bir kez daha karşı karşıya geldi. Biri son iki sezonda 200 puan toplamış bir şampiyon, diğeri ise 97 puanlı bir “ikinci”. Başka bir deyişle, Premier Lig tarihinin en özel iki takımı. Bu iki takım geçtiğimiz sezondan bu yana birbiriyle şampiyonluk mücadelesi vermiyor; bu daha ziyade bir kusursuzluğa dokunma mücadelesi. Ona en fazla yaklaşan şampiyon olarak nitelendiriliyor, kıl payı arkada kalan ise ikinci. Ve Liverpool bu defa açık bir biçimde kusursuzluğa daha yakın olan taraf...




