YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Beşiktaş için 2015 yazı oldukça hareketli geçmişti. Takım geride bıraktığı sezonun 30. haftasına lider girmiş; fakat dört maç üst üste kazanamayınca ligi üçüncü sırada bitirmişti. Sezonun ardından Slaven Bilic ise kendi hayallerinin peşine düşüp West Ham United ile anlaşmıştı. Beşiktaş ise kendi hayâl kırıklıklarını onarmasına yardım edecek yeni birini arıyordu.
"Feda" döneminde kadroya dahil edilen genç gurbetçilerle, ertesi iki sezonda takıma katılan tecrübeli yabancılardan oluşan karma bir kadroya sahip olan Beşiktaş’ın üst üste üç sezon elde ettiği üçüncülüklerin ardından artık bir şeyler kazanması gerekiyordu. Kadro büyük oranda tamamlanmıştı, Bilic döneminde oyuncular sahada birlikte hareket etmeyi de öğrenmişlerdi; şimdi onlara biraz özgürlük tanıyıp, cesaret verecek birine ihtiyaç duyuyorlardı. Şenol Güneş doğru yere, doğru zamanda gelmişti.
Güneş yönetimindeki ilk iki sezonda kulüp hem yerel hem de uluslararası düzeyde tarihinin en başarılı dönemlerinden birini geçirmişti. Son iki sezonda ise hem takımın yaş ortalamasının aşırı yükselmesi hem de yoğun transfer sirkülasyonu sebebiyle kadro büyük bir erozyona uğramış, saha neticeleri de buna eşlik edince yine bir değişim zamanı gelmişti. Fakat bu defa hemen her şeyin yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Güneş’in yerine gelecek olan antrenörün işi, dört yıl önceki kadar kolay olmayacaktı.
Depo PhotosAbdullah Avcı, ligde metodolojisi olan, Almanların “kavram antrenörü” olarak nitelediği birkaç antrenörden biriydi. Güçlü bir kulüp inşasının önemine inanıyordu ve Başakşehir’de belli bir strateji doğrultusunda uyum içinde çalışmıştı. Bu anlamda Beşiktaş için de doğru isim olarak görünüyordu. Ama Beşiktaş’taki yeni stratejiyi belirlemesi gereken yönetim, aslında çoktan miadını doldurmuştu ve bu zorlu görevi kısa süre içinde tamamen Avcı’nın omuzlarına bırakıp gidecekti.
Herhangi bir futbol kulübünde bir sistemin işleyebilmesi için her bir profesyonel, kulübün hedefleri konusunda net fikirlere sahip olmalıdır. Bunun için de stratejinin önceden belirlenmiş olması gerekir. Ancak Türk futbolunda bu sorumluluğu genellikle kimse üstlenmez. Bu yüzden hedefler de arzulanan sonuçlar da hep kısa vadelidir. Bunun için kulübün tüm kaynakları seferber edilir, hatta olmayan kaynaklar da harcanır ve hemen sonuç almak istenir. Beklenen sonuç gelmeyince de sorumlu bellidir; antrenör.
Avcı yıllardır Türk futbolunun tüm bu klişelerinden uzakta, oldukça steril bir ortamda çalışıyordu. Fakat aynı zamanda geçmişi, kültürü ve dolayısıyla arkasında bir kalabalığı olmayan plastik bir kulüpteydi. Bu onun için bir yanıyla avantajdı; bu sayede süreç içinde gelişime olan inancına saygı duyuluyor ve kendisine hareket imkânı veriliyordu. Fakat aynı şartlar, somut bir şeyler kazanmasının önünde de bir engel teşkil etmeye başlamıştı ki; sonunda aradığı tutkuyu ve başarıları ona verebileceğini düşündüğü Beşiktaş’ın teklifini kabûl etmeye karar verdi ve tabiri caizse kendisini bir anda cangılın içine attı.
Sonradan kendisinin de itiraf edeceği üzere, oldukça öz güvenliydi. İlk hatasını sezon öncesindeki basın toplantısında yaptı; “Taraftarlardan zaman değil, destek istiyorum” dedi. Oysa en çok ihtiyacı olan şey zamandı. Başakşehir’de bıraktığı yerden Beşiktaş’ta devam edebileceğini düşündü. Ama atladığı bir konu vardı; beş yıl içinde adeta bir laboratuvar ortamında geliştirdiği oyunu burada uygulamasını sağlayacak ne imkânlara ne zamana ne de oyunculara sahipti. Avcı’nın kafasında topa hükmeden, rakip yarı sahaya yerleşen ve dar alanda etkili olan bir takım vardı. Ancak ne bir önceki sezondan kalan ne de yazın kadroya katılan oyuncular bu plana uygunlardı.
Takıma Jeremain Lens'in haricinde üç kanat oyuncusu daha alınmıştı; Georges-Kevin N’Koudou, Abdoulay Diaby ve Tyler Boyd. Dördü de geniş alana ihtiyacı olan oyunculardı. İleri uçta Burak Yılmaz’ın hem topsuz oyunu hem de bağlantı oyunu zayıftı. Merkez orta sahadaki iki yaratıcı oyuncudan biri olan Adem Ljajic’in oyun görüşü, Avcı'nın yeni talepleri karşısında çok yetersiz kalıyordu; neredeyse bir sezon boyunca oynamayan Oğuzhan Özyakup da en iyi günlerinden çok uzaktaydı. Victor Ruiz haricindeki savunmacılar ve hatta kaleci Loris Karius ise oyunu geriden kurma konusunda çok becerikli değildi. Kısacası takımın en güvenilir ismi yine 36 yaşındaki Atiba Hutchinson’dı.
Depo PhotosAvcı bu şartlar altında idealindeki oyun planını takıma uygulatmaya çalıştı. Sahte bek rolünü biçtiği Gökhan Gönül’ü sağ stoperde, Caner Erkin’i ise sol içte kullanmayı denedi. İleride ise her iki kanat oyuncusu çizgiye basıp oyunu genişletirken, iki merkez orta saha oyuncusu iç koridorlara yerleşiyor ve böylece beşli bir hücum hattı kuruluyordu. Topa sahipken 3-2-5 şekline bürünen Beşiktaş’ın donuk bir karede Manchester City’den pek bir farkı bulunamazdı; hemen hemen aynı saha parselasyonu vardı. Ama oyun aktığında sahadaki görüntü City’nin kötü bir imitasyonundan ileriye gidemiyordu.
Sonuç ise Çaykur Rizespor maçının ilk yarısı haricinde tam anlamıyla felâketti. Ligde ilk altı maçında yalnızca beş puan toplayabilen takım, tarihinin en kötü sezon başlangıcını yapmıştı. Bu süreç içinde Slovan Bratislava deplasmanı da dahil olmak üzere çıktığı dört deplasman maçındaysa kalesinde 14 gol görmüştü. Dolayısıyla Avcı’nın acilen bir şeyler yapması gerekiyordu. Kafasında topa sahip olan bir takım olsa da elinde tam bir geçiş takımı vardı. Nitekim ekim ayından itibaren planını değiştirdi; bekleri geleneksel rollerine geri döndürdü, savunma önünü Atiba Hutchinson ve Mohamed Elneny ile ikileyerek güvence altına aldı, savunma hattını daha derinde konumlandırdı ve topa sahip olma tutkusundan belli oranda vazgeçip rakip kaleye daha doğrudan bir şekilde hücum etmeye odaklı bir plana yöneldi.
Bu değişikliklerin sonucunda Beşiktaş bir anda müthiş mi oynamaya başladı? Hayır. Ama oyuncuların yeteneklerine daha uygun, standartları daha belli ve daha sonuç odaklı bir oyun oynamaya başladı ve bunun neticesinde ligdeki sekiz maçının yedisini kazanarak bir anda ikinciliğe kadar yükseldi. Ama elbette hücumdaki kalite sorunu devam ediyordu.
Nitekim 15. haftada Yeni Malatyaspor’un aşırı defansif yapısı karşısında Beşiktaş yeniden topu almak zorunda kaldı ve bir kez daha üretkenlik sorunu yaşadı. Maçın sonlarında kontrataktan yediği iki golle de ligde uzun süre sonra evinde kaybetti. Bir sonraki hafta Kadıköy deplasmanına Avcı tamamen topsuz oyun odaklı bir planla çıktı. Ama Fenerbahçe’nin yüksek temposu ve önde baskısı karşısında bu defa kontratağa çıkamadı ve yine kaybetti.
İlk yarının son maçında ise sezon başındaki plana geri dönüldü. Her ne kadar Gençlerbirliği’nin ilk devrede gördüğü iki kırmızı kartın ardından çok anlamı kalmasa da bekler yine içe kat etti, kanatlar çizgiye bastı, iki merkez oyuncusu iç koridorlara hareketlendi ve Beşiktaş bir kez daha top kendisindeyken 3-2-5 şeklini aldı. Ama sonuç yine istenildiği gibi olmadı. Rakip ilk devreyi iki kişi eksik kapatsa da Beşiktaş akan oyunda yine alan bulamadı ve ikinci devrenin başında bir duran top golüyle kilidi açabildi.
Avcı takımın bilhassa ilk golü bulana kadar rakiplerin derin savunmaları karşısında yaşadığı üretkenlik sorunu hakkında birçok maçın ardından aynı şeyi yineleyip durdu; “Rakip kale önüne kadar yürüye yürüye geliyoruz; ama son yirmi metrede iş oyuncuların bireysel yeteneklerine kalıyor.” Bu durumda ya devre arasında hücumdaki bu kalite sorununu çözebilecek birkaç oyuncunun takıma katılması ya da Avcı'nın antrenman sahasında mucizeler yaratması gerekiyordu. İkisi de olmadı. Önce Sivasspor maçında iç sahada alınan yenilgiyle şampiyonluk yarışının dışında kalınması, ardından bir alt lig takımı BB Erzurumspor'a iki maçta da yenilerek kupadan elenilmesi, Avcı'nın Beşiktaş serüvenin yalnızca altı ay sürmesine neden oldu.
AADoğru zamanda doğru yerde olabilmek, hayatta olduğu kadar futbolda da çok önemli. Ve bazı insanlar bu konuda kesinlikle daha yetenekli oluyorlar. Milli Takım tarihinin en iyi takımının ardından, en genç ve potansiyelli takımlarından birinin de Şenol Güneş ile buluşması bu anlamda tesadüf değil. Tıpkı Güneş'in 2009'da Trabzonspor'a en doğru zamanda dönmesinin ya da 2015'te Beşiktaş'ın başına en doğru zamanda geçmesinin tesadüf olmaması gibi. Bu açıdan Türk futbolunun yakın dönemdeki en başarılı antrenörü olmasını da zamanlama konusundaki isabet oranıyla rahatlıkla ilişkilendirebiliriz. Avcı ise bu konuda kötü bir örnek. 2011'de Milli Takım'ın başına geçmek için doğru zaman değildi, sekiz yıl sonraysa kariyerinin bir başka kritik dönemecinde yine bir zamanlama hatası yaptı ve bir kez daha başarısız oldu.
Ama başınıza gelenleri iyi değerlendirebilecek berrak bir zihne sahipseniz, başarısız olmak o kadar da kötü bir şey olmayabilir. Kariyeri boyunca yeterince başarılı olamamakla eleştirilen Marcelo Bielsa'nın söylediği gibi, “Hayatta büyüdüğüm anların başarısızlıkla ilgisi olmalı. Başarının bozan, gevşeten, aldatan bir yapısı vardır. Başarısızlık ise tam tersi, yapıcıdır ve bizi sağlamlaştırır.“
Şimdi Avcı için yeniden değerlendirme zamanı...


