YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
"Başkan patrondur, sonra yöneticiler gelir, sonra kulüp sekreteri, sonra taraftarlar, sonra oyuncular ve nihayet, hepsinden sonra bu yığının en dibinde, en altında, en sonunda, hepimizin onsuz yapabileceği teknik direktör gelir."
İngiliz futbolunun efsanevi teknik direktörlerinden Brian Clough’un biyografik filmi The Damned United’ da; Derby County’nin başkanı Sam Longson, Clough’a böyle söylüyordu.
Aradan geçen kırk yılda futbol elbette çok değişti. Giderek endüstriyelleşen ve bir sektör hâlini alan oyun, kulüplerden hayatta kalmaları için kurumsallaşmalarını talep etti. Ve Longson’ın Clough’a tarif ettiği kulüp hiyerarşisinin, tepesi de altı da değişti.
Bugün Avrupa’da başarılarıyla ön plana çıkan takımların başkanlarını tanımayabiliriz. Ama CEO’sunun ve futbol direktörünün kim olduğunu mutlaka biliriz.
Örneğin; Borussia Dortmund’un başkanı Reinhard Rauball’ı ne çok sık görürüz ne de adını duyarız, basın toplantılarında kulübün CEO’su Hans-Joachim Watzke ve futbol direktörü Michael Zorc'u dinleriz. Ya da Manchester City’nin sahibi Şeyh Mansur olabilir, ama kulübün politikasını ve geleceğini aslında CEO’su Ferran Soriano belirler, futbol departmanı da Txiki Begiristain’a emanettir. Elbette bu modern kulüp hiyerarşisinde teknik direktör Pep Guardiola’nın da Clough’un dönemine göre çok daha değerli bir yeri var.
Türk futbolundaysa kırk yılda birçok şey değişmiş olabilir. Daha fazla para, medyanın artan ilgisi, yıldız transferler, yeni statlar... Ama kulüplerin hiyerarşisi aynı: Tepede yine bütün kararları veren bir başkan ve en altta onsuz da yapılabileceğine inanılan teknik direktörler.

Ersun Yanal’ın Fenerbahçe’deki başlangıç hikâyesinin sonunu da bu bir türlü değişmeyen kulüp hiyerarşisi getirmişti. “Takımı o mu şampiyon yapmış?” demişti arkasından Aziz Yıldırım. Yanal’dan sonraki dört sezondaysa Fenerbahçe bir daha şampiyon olamadı. Beşinci sezondaysa an itibarıyla ligin sondan ikinci sırasında yer alıyor.
Türk futbolunun lokomotifleri, şu sıralarda bu köhnemiş kulüp hiyerarşisinden yıllardır kurtulamamanın bedelini ödüyor. Son şampiyon Galatasaray, Süper Lig ve Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı son 11 maçta sadece bir galibiyet alabildi. Beşiktaş, kendi sahasında Malmö’yle berabere kalamadığı için Avrupa Ligi’ne veda etti. Fenerbahçe ise 1981’den beri ilk defa küme düşme hattında yer alıyor.
Oysa ki Ali Koç’un seçilmeden önce vadettikleri, bu kulüp hiyerarşisinin dışına çıkabileceği ümidini veriyordu. Tıpkı Fikret Orman’ın 2012’de vadettikleri gibi. Ama o da başaramadı. Orman, futbolu Önder Özen ve Slaven Bilic’e emanet etmek istemişti; Koç da Damien Comolli ve Phillip Cocu’ya... Ama ikisi de, tıpkı diğerleri gibi en tepedeki karar verici olmayı istedi ve yetkilerini bir CEO’ya devretmeye yanaşmadı.

Ardından çarpık yapılanma başladı. Daha yönetim yapılanmamışken, Comolli’yle takım yapılandırılmaya kalkışıldı. Ama olmadı elbette. Kaynaklar zaten sıfırlanmıştı, Comolli de yapabileceği tek şeyi yaptı: Başta Premier Lig ve Ligue 1’den olmak üzere, kendi bağlantılarıyla transferler yaptı ve yeni bir kadro kuruldu.
Bu yeni kadrodan ve başındaki Cocu’dan öncelikle beklenense, önceki yıllara göre seyir zevki çok daha yüksek bir oyundu. Ama ne bu kadro o oyunu oynayabilirdi ne de Cocu o oyunu oynatabilirdi. Koç, Cocu konusunda yanıldıklarını üç ayda kabul etti. Ama ya kurulan kadro?
Elbette ne olursa olsun aralık ayına ligin 17. sırasında girmek de bu kadronun karşılığı değildi. Dolayısıyla bu kadrodan en kısa sürede maksimum verimi alabilecek yeni bir teknik direktör arayışına girildi. O isim de Ersun Yanal’dan başkası değildi.

Yanal’ın karşı prese dayalı direkt oyun anlayışı, mevcut kadronun oynayabileceği tek oyun gibi görünüyor. Ama elbette kadronun kalitesi, beş yılda çok düştü. Beş yıl önceden şu anda sadece üç oyuncu var: Volkan Demirel, Mehmet Topal ve Alper Potuk. Üçü de beş yılda çok geriye gitti.
Yine de Yanal ile takımın önce bir oyun kimliği edinip, ardından çıkışa geçmesi oldukça olası görünüyor. Zaten daha fazla inecekleri bir yer de kalmadı. Yanal, zirvede bıraktığı Fenerbahçe’yi şimdi kuyudan çıkarmak zorunda. Üstelik aynı kuyuda kendi kariyeri de bulunuyor.
Seçim sürecinde düzenlediği bir toplantıda, katılımcılar arasında bulunan bir kongre üyesinin kendisine "yan pas istemiyoruz" diye seslenmesine karşılık olarak, "Sen benim hayal ettiğim Fenerbahçe'yi daha tam anlayamamışsın," cevabını veren Ali Koç’un hayalleriyse, şu an kimsenin umrunda değil. İki ay önce kulüp televizyonundan Yanal'ın planlarında olmadığını söyleyen Koç için bu yeniden buluşmanın, olağanüstü şartların sonucu olduğu da aşikâr. Zira gerçeklerin ve şimdinin verdiği acıyla kavrulurken, artık kimsenin hayalleri ve gelecek planlarını dinlemeye tahammülü yok. Ali Koç’un bile.


