YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Beşiktaş’ın geçen haftaki Konyaspor maçının on birinde en dikkat çeken bölgesi merkez orta sahasıydı. Atiba Hutchinson ve Josef de Souza’nın yokluğunda savunma önünde Dorukhan Toköz, sağ ve sol içte Bernard Mensah ve Adem Ljajic yer almıştı. En çok merak edilen şey ise bu aşırı ofansif orta üçlüyle rakibin kontrataklarının nasıl savunulacağıydı. Nitekim savunulamamıştı da.
Dünkü onbirde de en dikkat çekici bölge yine merkez orta sahaydı. Ama bu defa geçen haftaki hezimetin de etkisiyle, tam tersi anlayışta bir orta üçlü vardı: Savunma önünde Josef, sağ ve sol içte Dorukhan ve Atiba. Bu kez en çok merak edilen şey ise bu aşırı defansif orta üçlüyle Gençlerbirliği’nin derin savunması karşısında nasıl alan bulunacağıydı. Nitekim bulunamadı da.
Depo PhotosBirbirine anti-tez olabilecek bu iki orta üçlünün ise iki maç sonunda iki ortak yanı vardı: Birincisi; iki orta sahayla da hücumda neredeyse hiçbir şey üretilememişti. İkincisi; iki orta sahayla da savunmada rakibe geniş alanlar verilmişti.
Aşırı defansif bir orta üçlüyle, kapalı bir savunmaya karşı hücumda üretim problemleri yaşamak, şaşırtıcı bir sonuç değildi. Fakat aynı şekilde rakibe de en azından merkezden alan verilmemesi gerekirdi. Ya da Konya’daki aşırı ofansif orta üçlüyle, rakibe çok sayıda kontratak fırsatı verilmesi şaşırtıcı bir sonuç değildi. Ama öte yandan, hücumda da bu kadar çaresiz kalınmaması gerekirdi.
Ancak futbolda, tıpkı hayatta da olduğu gibi, iki kere iki her zaman dört etmiyor. Bir takımın çok sayıda hücumcuyla sahaya çıkması, elbette daha iyi hücum etme şansını artırabilir; ama garanti etmez. Aynı şekilde, bir takımın çok sayıda savunmacıyla sahaya çıkması, daha iyi savunma yapmasını kolaylaştırabilir; ama bunun da bir garantisi yoktur. Futbol, bu kadar kolaycı öngörülere pabuç bırakmayacak kadar karmaşıktır. Bunun da sebebi genellikle rakip takımdır.
Futbol yazarı Scott Oliver’ın söylediği gibi; futbol, serbest faaliyeti hapseden bir düzenle, düzeni bozan bir hayâl gücü arasındaki bir etkileşim sahasıdır. Tarihteki her büyük takımın kaderi ise topa ve sahaya hükmetmektir. Dolayısıyla büyük takımlar, genellikle karşılarında derli toplu bir rakip bulurlar. Ve rakibin düzenini yıkmak için de hayâl gücüne, başka bir deyişle yaratıcılığa ihtiyaç duyarlar.
Tarihi ve gelenekleriyle büyük bir takım olan ve maçlarının çoğunu bu kimliğine uygun bir şekilde oynaması gereken Beşiktaş’ın saha içindeki sorunları da tam olarak burada başlıyor. Hangi oyuncularla çıkarsa çıksın, Beşiktaş sahaya hayâl gücünü koyamıyor. Ve karşılarındaki düzen, onları yaratıcılığa yönlendiremiyor. Bunun da taktiğe ilişkin bazı sebepleri var. Çünkü Oliver’ın da altını çizdiği gibi, futbolda taktikler ve hayâl gücü birbirinin karşılıklı ön kabûlüdür.
Elbette Beşiktaş’ın dünkü on birinde hayâl gücü yüksek, yaratıcı oyuncular bulunmuyordu. Ama stratejik olarak da onları yaratıcı düşünmeye zorlayacak şartlar sahada yoktu.

Futbolun en temel prensiplerinden biri, hücumda genişleyip, savunmada daralmaktır. Siyah-beyazlıların sahaya yayılış biçimindeki hatalar ise bu basit prensibin dahi uygulanamamasına neden oluyor.
Örneğin, Sergen Yalçın, her iki kanatta da ters ayaklı iki kenar oyuncusunu kullanmayı seviyor. Dün ise bu oyuncular Gökhan Töre ve Tyler Boyd’du. İki oyuncu da kendilerine verilen rolün doğası gereği sık sık içe kat etti. Buna karşılık rakibin bekleri de onlarla birlikte gelince, bu durum Gençlerbirliği’nin geride daha da sıkı bir savunma hattıyla topun arkasına geçmesini sağladı ve hâliyle alan bulmak daha zorlaştı.
Hücum bölgesinde alan bu kadar daralınca ya yaratıcılık ya da organizasyon gerekir. Beşiktaş’ta ise ikisi de yoktu. Yalnızca ilk yarının uzatma dakikasında Josef’in presiyle kazanılan topun ardından Gençlerbirliği savunması eksik yakalandı ve net bir gol fırsatı oluştu. O pozisyonun finalinde de Gökhan adımlamayı doğru yapamayınca, önce güçlü ayağı olan sol ayağıyla vuruş yapma şansını, ardından da golü kaçırdı.
Maçın 30. dakikasında ise sahada bir görüntü oluştu. Beşiktaş bir anda savunmacılar ve hücumcular olarak ikiye ayrıldı: Geride dört savunmacı (Welinton, Atiba, Josef ve Francisco Montero) ve ileride altı hücumcu (Necip Uysal, Gökhan, Vincent Aboubakar, Dorukhan, Boyd ve Rıdvan Yılmaz). Topu ayağında bulunduran zavallı Atiba, çaresizce bir pas opsiyonu aradı, ama bulamadı. Ardından Gökhan top alabilmek için kendi yarı sahasına kadar geldi, ama ilerideki yerleşimde bir değişiklik yoktu, o da geriye dönmek zorunda kaldı. Bu manzaraya fon olarak ise karşı tribündeki pankartta Azerbaycan’ın yalnız olmadığı yazıyordu, ama Beşiktaş orta sahada yapayalnızdı.
Bundan iki dakika sonra ise Beşiktaş’ın kendi yarı sahasında gerçekleştirdiği uzun süreli bir pas sekansının ardından sahada nadiren görülen bir şey oldu ve Atiba’nın ara pasıyla Aboubakar ceza sahasının sol çaprazında topla buluştu. Ama gerisi gelmedi. Aboubakar etrafındaki kalabalık arasında bir boşluk bulamayınca arkasındaki Boyd’a döndü, ardından Boyd kendi arkasındaki Rıdvan’a döndü, Rıdvan biraz daha arkadaki Montero’ya döndü ve ardından top en arkadaki Ersin Destanoğlu’na kadar geldi. Böylece topu ceza sahasına taşıyabilmek için arkada yapılan onlarca pas boşa gitmiş oldu.
Depo PhotosMaçın başında bulduğu golün de etkisiyle giderek daha çok kapanan rakibe karşı yaşanılan bu üretim sorununu çözmek için ise Yalçın’ın yapabileceği iki şey vardı: Birincisi; orta üçlüsünün defansif açıdan oldukça kuvvetli olmasına da güvenerek, beklerini olabildiğince ileriye çıkarmak, kanatlarda rakibe sayısal üstünlük yakalamak ve bu sayede pozisyon üretmeye çalışmak. Ancak sağ bekte o pozisyonu idareten oynayan Necip’in olduğu düşünülürse, bunu yapabilmek pek kolay değildi. Nitekim olmadı da.
İkinci olarak yapılabilecek şey ise kanat oyuncularından en azından birinin çizgiye basmasını isteyip, rakip bekle stoperin arasını açmak ve iç koridorda oluşacak bu alana bir oyuncu sokarak pozisyon üretmekti. Açıkçası bu da en iyi sağ kanatta uygulanabilirdi. Stoperlerin arasına Josef’i sokmaktansa, Necip geride bekleyebilir, Gökhan çizgiye basıp rakip beki üzerine çekebilir ve sağ iç koridorda oluşacak boşluğa hareketlenebilecek Dorukhan, ters taraftan ceza sahasına giren arkadaşlarına pozisyon hazırlamaya çalışabilirdi. Ama ne bu ne de bunun gibi başka bir kurgu denendi.
Oyundaki hayâl gücünün, yani yaratıcılığın eksikliğinin getirdiği boşluk ise her zamanki gibi oyuncuların şahsî yetenekleriyle doldurulmaya çalışıldı. Mensah’ın driplinglerinden, Ljajic ve Ajdin Hasic’in paslarından medet umuldu. Aboubakar ve Boyd’un bulamadığı alanları, Cyle Larin ve Güven Yalçın’ın bulması beklendi. Ama hiçbiri işe yaramadı. Zaten daha önce de yaramamıştı.
Aynı şeyleri yapıp, farklı bir sonucun olmasını beklemek, Türk futboluna özgü bir tuhaflık. Sergen Yalçın’dan bu tuhaflıktan kendisini kurtarıp, yaratıcı çözümler üretmesi beklenirdi. Zira kendisi, Türk futbolunun hayâl gücü açık ara en yüksek oyuncusuydu. Ama ne yazık ki, antrenörlüğü için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil.




