YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Bir önceki sezon kulüp tarihinin bir sezonda en fazla gol atan yabancı oyuncusu olarak şampiyonluktaki en büyük bireysel rolü üstlenen Mario Gomez, Türkiye’de verdiği son röportajda, Beşiktaş’ta kalmasının kendisinden çok kulübün hedeflerini hangi yönde belirleyeceğine bağlı olduğunu söylemişti. “Kalmam için seneye takımın nasıl kurulacağı belirleyici bir etken,” demişti Alman golcü. “Önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi’nde oynayacağız. Güçlü bir kadro kurmalıyız. Savunmada zaaflarımız var, onları gidermemiz lâzım. Sadece Şampiyonlar Ligi’nde olmak için değil, başarılı olmak için orada olmalıyız. Bir sonraki adımı atmamız gerekiyor.”
Kimileri bu açıklamanın bir oyuncu için fazla hadsizce olduğunu söylese ve Gomez’i kendini kulübün üstünde görmekle eleştirse de, hücum hattının korunup savunma hattının yenilenmesini isteyen Şenol Güneş de aslında kadro planlaması hakkında oyuncusundan çok farklı düşünmüyordu. Buna karşın isteği karşılanmayacak, Almanya’ya dönen Gomez ile birlikte hücum hattının bir diğer önemli aktörü Jose Sosa da Milan’a transfer olacaktı. Ayrıca ileri dörtlünün en delici oyuncusu Gökhan Töre de eski antrenörü Slaven Bilic’in isteğiyle West Ham United’a kiralanacaktı.
Savunma hattında ise bekler yenilenecekti. Sözleşmesi sona eren İsmail Köybaşı, Fenerbahçe’nin yolunu tutacak, buna karşın sarı-lacivertlilerde Süper Lig’in son yıllardaki en baskın hücum bekleri olan Gökhan Gönül ve Caner Erkin ise Beşiktaş’a katılacaktı (her ne kadar Caner yalnızca birkaç ay önce transfer olduğu Inter’den Frank de Boer’un gözüne giremediği için kiralansa da). Öte yandan Barcelona’daki misyonunu tamamlayan Adriano Correia da bek rotasyonuna dâhil edilen bir diğer büyük tecrübe olacaktı. Savunmanın göbeğindeyse bir önceki sezonun devre arasında takıma katılan iki oyuncudan Marcelo Guedes’in Hannover 96’dan bonservisi alınacak, performansından memnun kalınmayan Alexis Delgado, Alaves’e gönderilecekti. Atınç Nukan ise beklentilerin altında kaldığı RB Leipzig’den transferin son gününde kiralanacaktı. Son olarak kalede de bir değişiklik olacak ve Deportivo La Coruna’dan Fabricio Ramirez bonservissiz olarak transfer edilecekti.
Buna karşın en radikal değişiklikler ise hücum bölgesinde olacaktı. Gomez ve Sosa’nın yerleri, Portekiz’den iki büyük potansiyelle doldurulacak; Porto’dan Vincent Aboubakar ve Benfica’dan Anderson Talisca kiralık olarak kadroya katılacaklardı. Etkileyici Serie A kariyerinin ardından Leicester City’de masal gibi bir Premier Lig şampiyonluğu kazansa da takımda kendisine anahtar bir rol bulamayan Gökhan İnler ise yine transferin son gününde takıma dâhil olacak ve merkez orta saha rotasyonunu güçlendirecekti.
AAAçıkçası kâğıt üzerinde kötü bir transfer dönemi geçirmemiş ve ligin en iddialı kadrosunu kurmayı başarmıştı Beşiktaş. Hatta belki bir önceki sezondan daha güçlü ve alternatifli bir kadro da oluşturulmuştu. Ama bir son şampiyona göre çok fazla değişiklik geçirmişti. Üstelik gelen oyuncuların tarzları, yerlerini doldurdukları oyunculardan çok farklıydı. Bir oyun kurucu olan Sosa’nın yerini orta sahayla hiç alâkası olmayan, ikinci forvet rolündeki Talisca almıştı. Hem ceza sahası içindeki bitiriciliği hem de bağlantı oyunundaki becerileriyle fark yaratan Gomez’in yerineyse fiziksel özellikleriyle ön plana çıkan Aboubakar gelmişti. Hücum hattındaki bu iki değişiklik, oyunun bütün yapısını da kökünden değiştirecekti. Dolayısıyla Güneş’in işi, bir önceki sezonu kazanan bir takımın antrenörü olarak olması gerekenden daha zordu. Başka bir deyişle, yeni bir kazanma yolu bulması gerekecekti.
Aslında yeni savunma hattı, bir önceki sezondan çok daha nitelikliydi. Savunma göbeğindeki Marcelo ve Dusko Tosic, birbirlerine alışmıştı. Daha çok geriyi süpüren Marcelo, oyun kuruculuğu ve hava toplarındaki üstünlüğüyle dikkat çekerken, sol bekten stopere devşirilen Tosic ise zaman zaman pozisyon hataları yapsa da agresifliğiyle geri dörtlünün orta sahaya yaklaşmasını sağlıyordu. Andreas Beck, Gökhan Gönül, Caner ve Adriano ise ligin açık ara en kaliteli bek rotasyonunu oluşturuyordu. Klasik bir çizgi kalecisi profilindeki Tolga Zengin’in yerini alan Fabri de ayak hâkimiyetiyle takımın baskı anlarından daha rahat çıkabilmesini sağlayacaktı.
Fakat ön taraftaki değişiklikler, bir önceki sezonun kısa ve tek paslara dayalı direkt oyununun sona ermesine ve takımın uzun toplar ve kenar ortalarına yönelmesine yol açacaktı. Bu yeni oyunun ise elbette yeni bir kahramanı olacaktı; Ricardo Quaresma.
2015 yazında Beşiktaş’a geri dönen Portekizli yıldız, tribünlerden gördüğü teveccühü kaybetmemişti belki; ama takımdaki en önemli oyuncu artık o değildi. Ve bu duruma alışmakta çok zorlanacaktı. “Feda” döneminde yeniden yapılanma yoluna giden siyah-beyazlılarda bütün oyun kültürü değişmişti. Bireysel yeteneklere bel bağlanan geçmişin kültürüyle olan tüm bağlar koparılmış, yerine takımın birlikte hareket ettiği yeni bir kültür doğmuştu. Oğuzhan Özyakup, Olcay Şahan, Gökhan Töre, Veli Kavlak, Cenk Tosun, Tolgay Arslan, Kerim Frei gibi “Avrupalı jön Türkler”, Atiba Hutchinson gibi büyük bir emekçi ve Demba Ba, Sosa gibi uluslararası yıldızlardan oluşan ve her birinden ayrı ayrı katkının alındığı karma bir kültürdü bu. Quaresma ise bu yeni ortamın içinde kendisine hemen bir anahtar rol bulamayacak, bu yüzden sezon içinde sık sık Güneş ile çatışacak; ama nihayetinde Güneş’in usta insan yönetimi ona boyun eğdirecekti.
Bu aralar ortalığı sarsan The Last Dance’ ı izliyorsanız, Chicago Bulls’un efsanevi koçu Phil Jackson’ın takımın deli dolu yıldızı Dennis Rodman ile ilişkisini anlattığı bölüm mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Şöyle anlatıyor Jackson: “Dennis ve benim Amerikan Yerlisi bağımız var. Bir gün onunla takım odasında buluştuk. Odada ayı pençesi kolyem, Kızılderili bölgesinden gelen bir kaplumbağa kabuğum ve birkaç Kızılderili eşyam vardı. Dennis, ‘Vay canına!’ dedi. ‘Bu kolye Oklahoma’daki Ponca Kızılderililerinden. Bu konuda bilgi sahibiyim’. Ben de ona, ‘Dennis, onların geleneğine ve benim bildiğim geleneğe göre sen bir heyoka, yani geriye yürüyen adamsın. Farklı olan insanlar var ve sen bu kabilenin heyoka’ sısın’ dedim.”
Elbette ne Güneş’in Jackson gibi Kızılderili felsefesine ve Zen budizmine merakı var (en azından bildiğimiz kadarıyla), ne de Quaresma spor tarihindeki gelmiş geçmiş en büyük kaçıklardan biri olan Rodman kadar uçuk biri. Fakat yine de kendine münhasır bir kişiliğe sahip ve baş edilmesi zor bir adam ya da Jackson’ın deyimiyle o da bir tür heyoka. Bugüne kadar çalıştığı Frank Rijkaard, Jose Mourinho ya da Julen Lopetegui gibi büyük antrenörlerin onunla başa çıkamadıkları da başka bir gerçekti. Fakat Güneş onu etkilemeyi ve bir şekilde kontrolü altına almayı kendi yöntemleriyle başarmıştı.

Quaresma için ise beklediği zaman gelmişti. Sosa ve Gomez’in ayrılışları, onun önünü iki farklı açıdan açmıştı. Birincisi; artık takımın en kariyerli oyuncusu oydu, bu da onu piramidin en tepesine çıkaracak ve takımın yeni liderlerinden biri yapacaktı. Başka bir deyişle beklediği süreleri artık bulabilecekti. İkinci olarak ise bilhassa Sosa’nın yerine gelen Talisca, Quaresma’nın aradığı yeni ekürisi olacak ve onun takım üzerindeki etkisini daha da artıracaktı. Artık geriden sık sık ceza sahasına koşu yapan 1.90 boyunda bir adam vardı ve o adamdan yararlanabilmek için gereken ilk şey Quaresma’nın ortalarıydı.
Fakat Quaresma’nın takım içindeki yükselişi, başkalarının düşüşü anlamına geliyordu. Bunlar ise bir önceki şampiyonluğun ana aktörlerinden Oğuzhan ve Olcay olacaktı. Topun yerde kalmasını ve takımın tek paslarla sahayı çok çabuk ve etkili bir şekilde kat etmesini sağlayan ve birbirleriyle de çok iyi anlaşan bu iki oyuncu, çerçevesi Quaresma üzerinden belirlenen yüksek toplara dayalı yeni oyunda bir yer edinebilmek için mücadele etmek zorunda kalacaklardı. Oğuzhan sezon içerisinde bir şekilde kendisine bir rol bulabilse de, Olcay için ise hikâyenin sonu gelmişti.
Beşiktaş sezona işte bu değişim sancılarıyla başlamıştı. Çok etkileyici bir oyunun yerini, artık o kadar da etkileyici olmayan başka bir oyun almıştı. Ama bu takımı tanımlamak için altını çizmek gereken yeni bir kelime vardı; güç. Beşiktaş belki göze daha az hitap ediyordu, ama kesinlikle daha güçlüydü. Bilhassa sezon başında ortada net bir oyun olmasa da, oyuncuların kalitesi ve Güneş’in bu kaliteden en doğru biçimde faydalanabilme yeteneği sayesinde Beşiktaş iyi oynamadığı maçlarda dahi bir şekilde kazanmayı ya da en azından kaybetmemeyi başarıyordu.
Bu dönemde Beşiktaş’ın gücünün en net olarak hissedildiği üç maç vardı; Vodafone Park’taki Galatasaray ve Benfica maçları ve deplasmandaki Napoli maçı. Galatasaray ve Benfica maçlarının senaryoları birbirine çok benzerdi; Beşiktaş her iki maçın da ilk yarılarını berbat oynamış ve soyunma odasına birinde iki farkla, diğerinde üç farkla geride girmişti. Güneş ise her iki maçın ikinci yarılarına da iki değişiklikle başlamıştı. Değişiklikler farklı, ama felsefe aynıydı.
Derbide 10 numarada başlayan Oğuzhan’ın yerine Talisca, sol kanattaki Olcay’ın yerine Aboubakar girmiş, Kamerunlu forvet ileri uca yerleşirken, Cenk ise sol kanada geçmişti. Benfica maçındaysa Gökhan Gönül’ün yerine Cenk girmiş, maça sol bekte başlayan Beck kendi mevkisi olan sağ beke, sol kanatta başlayan Adriano ise yine kendi pozisyonu olan sol beke ve Cenk de tıpkı derbideki gibi yine sol kanada geçmişti. Diğer değişiklik ise Tolgay Arslan’ın yerine giren Gökhan İnler’di. Ki o an, bu değişikliğe belki de hiç kimse bir anlam verememişti. Ama Gökhan, iki maçtaki geri dönüşün de en önemli aktörlerinden biri olmuştu. Sol kanatta santrfor karakterli Cenk’in oynamaya başlaması, Gökhan’ın geriden o bölgeye doğru gönderdiği etkili uzun pasları, Quaresma’nın kenar ortaları ve orta sahanın seken topları alması, takımın tamamen rakip yarı sahaya yerleşmesini ve birinde 2-0’dan, diğerinde 3-0’dan geri dönmesini sağlamıştı. Belki günün oldukça gerisinde kalan, “ilkel” olarak nitelendirilebilecek bir çözümdü bu, evet. Ama işe yarıyordu ve bu durum, her şey olabilecek en kötü şekilde giderken bile bir çözüm bulabilen Beşiktaş’ın gücünü gösteriyordu.
San Paolo’daki Napoli maçı ise bu anlamdaki belki de en özel maçtı. O güne kadar Beşiktaş, Avrupa kupalarında bir İtalyan takımını hiç yenememişti (2 beraberlik, 9 mağlubiyet). Üstelik sıradaki rakipleri olan Maurizio Sarri’nin Napoli’si, o dönemdeki açık ara en etkileyici İtalyan takımıydı. Belki Juventus kadar kuvvetli değillerdi; ama çok daha hücuma dönük, cüretkâr, uyumlu ve keyiflilerdi. Dolayısıyla onlara karşı oynamak, Beşiktaş için büyük bir sınav olacaktı ve hem o Napoli’yi kendi stadında seyretmek hem de Beşiktaş’ın onlara nasıl karşı koyacağını görmek için ben de bu maça gitmeye karar vermiştim (hayatımdaki en doğru kararlardan biriydi).
Fakat yine de Napoli için ideal bir dönem sayılmazdı. Mavi-beyazlılar sezona çok iyi bir başlangıç yapsa da Beşiktaş maçına ligde Atalanta ve Roma karşısında üst üste aldıkları iki yenilginin ardından çıkacaktı. Üstelik sezon başında Juventus’a kaptırdıkları Gonzalo Higuain’in yerine Ajax’tan 32 milyon euro karşılığında kadrolarına kattıkları ve Napoli’deki ilk dokuz maçında yedi gol kaydeden santrforları Arkadiusz Milik de kısa süre önce Polonya’nın Danimarka’yla oynadığı maçta çapraz bağlarını koparmış ve sezonu kapatmıştı.
Bu yüzden Sarri’nin maç öncesinde bir karar vermesi gerekiyordu. Elindeki tek santrfor orijinli oyuncu Manolo Gabbiadini’ydi, ama yeterince agresif değildi. Ya onu oynatacak ya da başka bir çözüm bulacaktı. Nihayetinde ise Sarri başka bir şey denemeye karar verecek ve o güne kadar bir sol kanat oyuncusu olarak bildiğimiz Dries Mertens’i ileri üçlünün en ucunda sahte dokuz rolünde kullanmayı tercih edecekti. Başka bir deyişle Lionel Messi, Roberto Firmino ve Dusan Tadic ile birlikte 2010’ların Avrupa futbolundaki en etkileyici sahte dokuzlarından biri, ilk olarak Beşiktaş’a karşı sahneye çıkacaktı.
Güneş ise Napoli’nin karşısında Oğuzhan’dan yoksundu, savunmada güvenilir olmayan Talisca’yı yedek bırakmayı tercih etmişti ve Napoli’de bir kahraman gibi olan Gökhan İnler’in yerine ise Atiba’nın yanında ikinci defansif oyuncu olarak Necip Uysal’la başlamayı seçmişti. Bu ikilinin önünde ise Tolgay vardı (performansıyla maç sonunda Sarri’nin adını anma gereği duyacağı tek Beşiktaşlı oyuncu olacaktı). Öte yandan Güneş, sol kanatta ise Caner’in önünde Adriano’yu kullanmayı tercih etmişti. Dolayısıyla Napoli’ye özel bir şekilde, alışılmışın dışında, oldukça reaktif bir oyun anlayışıyla San Paolo’ya çıkmıştı.

Buna karşın oyun anlamında üstün olan taraf beklenildiği gibi Napoli’ydi. Mertens, sahte dokuz rolündeki ilk deneyiminde takımına merkezde sayısal üstünlük sağlıyor, Napoli’nin daha fazla topa sahip olmasına, Beşiktaş’ın ise kendi yarı sahasına hapsolmasına neden oluyor ve Napoli pozisyon üstüne pozisyon buluyordu. Ama her ne kadar takımının beraberlik golünü atsa da Mertens için kale önünde soğukkanlı olmak henüz çok yeni bir tecrübeydi ve kaçırdığı birçok gol fırsatıyla Beşiktaş’ı maçın içinde tutuyordu.
Üstelik Beşiktaş da rakip kaleye her gidişinde golle buluşuyordu. Napoli’nin savunma hattını kendi kalesinin 40 metre uzağında kurması, o maça kadar kaçırdığı net gol fırsatlarıyla eleştirilen Aboubakar’ın nihayet aradığı alanları bulmasını ve Beşiktaş’taki ilk golünü Napoli’ye karşı atmasını sağlamıştı (Jorginho’nun hatalı geri pası ve inanılmaz kötü bir gol vuruşuyla olsa da). Ardından Napoli ikinci yarıda yeniden baskısını artırmış, iki penaltı atışı kazanmış, birini kaçırıp diğerini atmıştı. Fakat hem şansının yaver gitmesi hem de zihinsel açıdan çok güçlü olması sayesinde maruz kaldığı baskıya rağmen ayakta kalmayı başaran Beşiktaş, Aboubakar’ın son dakikada duran toptan attığı kafa golüyle galibiyete uzanmıştı.
Siyah-beyazlılar için bir İtalyan takımına karşı elde edilen bu ilk galibiyet, aynı zamanda kulüp tarihindeki bir Şampiyonlar Ligi deplasmanında üç gol atılan ilk maç olacak ve Napoli’nin tarihinde de Şampiyonlar Ligi ve Şampiyon Kulüpler Kupası’nda evinde aldığı ilk yenilgi anlamına gelecekti.
Fakat her şeye rağmen Napoli’nin oyun gücünü net olarak hissettirmesi ve Beşiktaş’a karşı birçok gol pozisyonu üretmesi, İstanbul’daki rövanş maçında o güne dek Güneş’ten görmediğimiz kadar savunma önlemleri almasına yol açmış, Marcelo ve Tosic’in arasında üçüncü stoper olarak Luiz Rhodolfo’yu süpürücü rolünde kullanmış ve bu stratejisiyle maç boyunca Sarri’ye net bir üstünlük kurmayı başarmış, sonlara doğru Marek Hamsik’in tamamen bireysel yeteneğiyle bulduğu olağanüstü gole kadar Beşiktaş savunması Napoli’ye neredeyse bir gol fırsatı vermemişti. Ama o maçta kaçırılan iki puan, Beşiktaş’ın son 16’ya kalma ümitlerini bir yıl daha erteleyecek, grubun son maçında hakem kararları neticesinde dokuz kişi kalınan Dinamo Kiev deplasmanında gelen 6-0’lık ağır yenilgi, Beşiktaş’ı Avrupa Ligi’nde devam etmeye râzı edecekti (bu yenilgi aynı zamanda siyah-beyazlıların o sezon aldığı ilk mağlubiyetti).
Ligde ise ilk yarı sonunda Beşiktaş 38 puanla ikinci sıradaydı. Siyah-beyazlıları 36 puanla üçüncü sıradaki Galatasaray ve 32 puanla dördüncü sıradaki Fenerbahçe izlerken, lider ise 39 puanlı Başakşehir’di. Başka bir deyişle zirvede üçlü bir yarış söz konusuydu; ama ikinci yarıya kötü bir giriş yapacak olan Galatasaray yarışa erken havlu atıp antrenör değişikliğine gidecek ve Beşiktaş’ın şampiyonluktaki tek rakibi olarak Başakşehir kalacaktı. Abdullah Avcı’nın kontratak odaklı takımının o sezondan itibaren artık set hücumunda da silahları vardı. O sezonun başında takıma katılan Cengiz Ünder ve İrfan Can Kahveci gibi potansiyellerin yanı sıra, devre arasında transfer edilen Emmanuel Adebayor, çok baskın bir ikinci yarı performansı sergilemişti. Ceza sahası içindeki bitiriciliği haricinde, sık sık derine de indiği için kanat forvetler Edin Visca ve Cengiz’e alanlar yaratmaya başlamıştı. Ve Beşiktaş’ın Avrupa karşılaşmaları da dâhil olmak üzere sezon boyunca her iki maçta da üstünlük kuramadığı tek rakibi Başakşehir olacaktı.
Siyah-beyazlılar ise devre arasında kadrosunu dört oyuncuyla takviye etmişti. Bir önceki sezon Çin’e gönderilen Demba Ba ve Ersan Gülüm, kiralık olarak takıma geri dönmüşlerdi; fakat her iki oyuncu da fazla süre bulamayacaklardı. Kulübün o sezonki en pahalı yatırımı ise Rijeka’nın genç stoperi Matej Mitrovic olmuştu. 4.2 milyon euro bonservis bedeliyle transfer edilen Hırvat savunmacı, bunun getireceği baskıyı kaldıramayacaktı.
Beşiktaş’ın en önemli hamlesi ise Ryan Babel olacaktı. Olcay’ın Trabzonspor’a gitmesinin ardından takımın yeni sol kanadı olarak tercih edilen Hollandalı oyuncu, sezon başında Deportivo La Coruna ile yalnızca dört aylık bir sözleşme imzalamış; ama gösterdiği performansla beklentilerin çok üzerine çıkıp yeniden adını duyurmayı başarmıştı. Dolayısıyla bonservissiz bir şekilde katıldığı Beşiktaş için çok iyi bir fırsat transferi olmuştu.
Depo PhotosBabel iki açıdan takıma çok iyi uymuştu. Birincisi; takımın en önemli hücum planı Quaresma’yı sağ kanatta rakiple bire birde bırakmak ve Portekizli oyuncunun ortalarıyla skora gitmeye çalışmaktı. Bunun için ters kanatta içe kat etmeyi seven ve bu orta sirkülasyonunu değerlendirebilecek bir oyuncuya ihtiyaç vardı ve Babel bu açıdan tam aranan isimdi. İkinci olarak ise Beşiktaş hücumda çeşitlilik yaratabilecek bir sol kanat oyuncusuna gereksinim duyuyordu. Yeni oyunda kendisine bir rol bulamayan ve süresi düşen Olcay’ın yerine Babel’in devreye girmesi, ilk yarıda aşil tendonu kopan ve sezonu kapatan Caner’in yerine Adriano’nun sol beke yerleşmesi, sol içteki Oğuzhan’ın performansını artırmasını sağlayacaktı. Birbirini iyi tamamlayan bu üçlü sayesinde Beşiktaş artık sadece Quaresma’yı sağ kanatta müsait pozisyonda topla buluşturmaya çalışmayacak, aynı zamanda sol kanatta da tıpkı geçen sezonki gibi kısa ve tek paslara dayalı kombinasyonlar kurmaya başlayacaktı.
Öte yandan ilk yarıda gözle görünür bir öz güven sorunu yaşayan ve ligde yalnızca üç gol atabilen Aboubakar ise ocak ayında Kamerun’a Afrika Kupası’nı getiren golü attıktan sonra Beşiktaş’a tabiri caizse alev alarak dönmüştü (Bir önceki sezon gol yükünü Gomez tek başına çekerken, o sezonun ikinci yarısında Aboubakar, Cenk ve Talisca ipleri birlikte eline alacak ve sezon sonunda 1989-90’daki Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünden bu yana ilk kez Beşiktaş'ın üç oyuncusu bir lig sezonunu 12’nin üzerinde golle kapatacaktı).
Tüm bu etkenlerden dolayı ligin ikinci yarısında hem daha güçlü bir oyuna sahip olan hem de bireysel performansları artıran Beşiktaş, sezonun ikinci yarısındaki hemen her maçını büyük bir oyun üstünlüğüyle kazanmaya başlamıştı. Nitekim Talisca’nın frikik golüyle kazanılan Galatasaray deplasmanının ardından siyah-beyazlılar üç puanlı sistemde ilk defa 22 hafta sonunda Galatasaray ve Fenerbahçe’ye 10 (ve üstü) puan farkı atmayı başarmıştı. Artık zirvede dört puan arkalarındaki Başakşehir ile yalnızlardı.
Parçaların birbirini tamamlamaya başlamasıyla oyunu daha bütünsel bir nitelik kazanan siyah-beyazlılar, bu sayede Avrupa Ligi’nde Hapoel Beer Sheva ve Olympiakos engellerini de fazla zorlanmadan aşarak kulüp tarihinde üçüncü defa Avrupa kupalarında çeyrek finale ulaşmış ve Olympique Lyon ile eşleşmişti. Bu aynı zamanda o sezon Avrupa Ligi’nde grup aşamasından sonraki iki turda en fazla gol atan iki takımın randevusu anlamına geliyordu (Lyon 16 gol, Beşiktaş 10 gol).
Açıkçası Lyon, Beşiktaş’ın o sezon Napoli’nin ardından karşılaşacağı en güçlü rakibi olacaktı. Bu yüzden tıpkı Napoli eşleşmesinde olduğu gibi, Güneş için yine pragmatist olmanın zamanıydı. Fransa’daki ilk maç öncesinde iki önemli silahı Quaresma ve Aboubakar’dan yoksundu. Olympiakos maçında Panagiotis Retsos’a kafa attığı için kırmızı kart gören Aboubakar, rövanş karşılaşmasında da oynayamayacak ve belki de Beşiktaş’ın onun hızına en çok ihtiyacının olduğu eşleşmede forma giyemeyecekti. Güneş ise Quaresma’nın yokluğunda Babel’i sağ kanada atmış, tıpkı Napoli eşleşmesinde olduğu gibi sol kanada Tosic ve Adriano ile düğüm atmayı tercih etmişti. Tosic’in boşalttığı sol stopere ise Mitrovic yerleşmişti.
Henüz 15. dakikada akıllı bir duran top organizasyonunun ardından Babel’in golüyle öne geçen Beşiktaş için her şey Güneş’in planladığı gibi gidiyordu. Belki Aboubakar’dan yoksun olmasaydı, Lyon’un vereceği geniş alanları da daha etkili kullanabilirlerdi. Ama şimdi skoru korumanın zamanıydı. Bunun için golün ardından Güneş belli ki daha önceden karar verdiği bir değişikliği uygulamış; Mitrovic’i savunma önüne, Tosic’i sol stopere, Adriano’yu sol beke, Babel’i sol kanada, Talisca’yı sağ kanada çekip, 4-3-3’e dönmüştü.

Stoperde hata yapmaya ve rakibi arkasına kaçırmaya oldukça müsait görünen Mitrovic’i savunma önüne çekerek takımın defansif güvenliğini artıran Güneş, aynı zamanda Lyon’un set hücumlarında bekleri iyice stoperlere yaklaştırıp, her iki kanattaki Talisca ve Babel’i savunma kanatlarına çekerek geride altılı bir hat kurmuş ve Lyon’un üretkenliğini iyice sınırlamıştı. Buna karşın maçın sonlarına doğru biri duran toptan, diğeri Fabri’nin hatasından 74 saniye içerisinde yediği iki golle hak etmediği bir mağlubiyet almıştı.
Rövanş maçında ise Quaresma geri dönmüş ve Beşiktaş klasik 4-2-3-1 şekline yeniden bürünmüştü. Ama sarı kart cezalısı olan Marcelo’yu kaybetmişti. İlk maçta Lyon’un birçok hücumunu başarıyla püskürten Brezilyalı savunmacı, o maçtaki performansıyla sezon sonunda Lyon’a bile katılacaktı. Ama rövanş maçında Beşiktaş onun süpürücülüğünü çok aramış ve ilk maçın aksine Lyon defalarca savunma arkasına sızarak, çok sayıda net gol fırsatı yakalamıştı. Fransa’da yedirdiği golle büyük tepki çeken kaleci Fabri için ise kendini affettirme zamanıydı. İspanyol kaleci kurtarışlarıyla Beşiktaş’ı maçın içinde tutarken, Talisca ise attığı iki golle aynı işlevi görmüştü. Hatta son dakikalarda Babel kale önünde yakaladığı net fırsatı gole çevirebilseydi, siyah-beyazlılar tarihinde ilk defa bir Avrupa kupasında yarı finale ulaşacaktı.
Ama olmamıştı. O güne dek Beşiktaş'ın Avrupa kupalarında iki maçı uzatmaya gitmiş ve Beşiktaş ikisinde de turu geçmişti; 2006'da CSKA Sofya ve 2015'te Liverpool. Fakat bu defa başaramamış ve seri penaltı atışlarında maç boyunca zayıf halkası olan stoperleri Mitrovic ve Tosic’in değerlendiremediği iki penaltı vuruşuyla bir kez daha yarı final şansını kaçırmıştı.
Üstelik lige dönüşünde de işler pek iyi gitmemiş ve tıpkı önceki iki sezonda olduğu gibi nisan sonu oldukça zorlu geçmişti. Siyah-beyazlılar 29. haftaya en yakın rakibi Başakşehir’in yedi puan önünde lider olarak girmiş, artık şampiyonluğa kesin gözüyle bakmaya başlamıştı. Buna karşın önce Başakşehir deplasmanında alınan 3-1’lik hak edilmiş bir mağlubiyet, ardından maç boyunca çok üstün oynayıp birçok net fırsatın kaçırıldığı içerdeki Fenerbahçe derbisinde, sarı-lacivertliler 9 kişi kalmışken Marcelo ve Fabri arasındaki son saniye anlaşmazlığıyla kaçırılan iki puan, 31. haftadaki Bursaspor deplasmanı öncesi Başakşehir ile aradaki puan farkını bir anda ikiye kadar düşürmüştü. Bir hayli gergin geçen maç ise Güneş’in hamlesiyle kazanılmıştı. Golsüz eşitlikle geçilen 60 dakikanın ardından Güneş, Atiba’nın yerine Cenk’i oyuna sürüp 4-4-2’ye dönmüş, bu değişiklikten iki dakika sonra Cenk’in golüyle öne geçilmiş, skoru ise son dakikalarda Aboubakar’ın golü tayin etmişti.
Bu maçın ardından rahatlayan Beşiktaş, içerde Kasımpaşa’yı dört golle geçtikten sonra Gaziantep’te şampiyonluğunu ilân etmiş ve siyah-beyazlılar 1989-90 ve 1991-92 sezonları arasındaki üst üste üç şampiyonluğundan bu yana ilk defa üst üste şampiyonluk yaşamıştı. Lig tarihinde Fatih Terim, Gündüz Kılıç ve Ahmet Suat Özyazıcı’nın ardından üst üste şampiyonluk kazanan dördüncü Türk antrenör; Beşiktaş tarihinde üst üste şampiyonluk yaşayan ilk Türk antrenör, toplamdaysa Ljubisa Spajic ve Gordon Milne ile birlikte bu başarıya ulaşan üçüncü antrenör olan Güneş ise aynı zamanda Milne’i geçerek kulüp tarihinin maç başına en yüksek puan ortalamasını yakalamıştı (2.26).
AAAma Güneş, bu görkemli zaferi tıpkı Milne gibi soğukkanlılıkla karşılamıştı. Gaziantep’teki kutlamalar esnasında kendisine uzatılan mikrofona, “Aslında yanlış terimler var," demişti. "Bu takımın hedefi şampiyonluk değildi. Hedefimiz güzel futbol oynayıp şampiyon olmaktı.”
Süper Lig’in son üç sezonundaki en golcü ekipler Güneş’in takımları olmuştu; 2014-15’te 69 gol atan Bursaspor, 2015-16’da 75 gol ve 2016-17’de 69 gol atan Beşiktaş. Aynı zamanda siyah-beyazlılar, son iki sezon toplamında en yakın rakibinden 14 fazla gol atıp, 18 fazla puan toplamıştı. Buna karşın Güneş daha iyi olmaları gerektiğini savunuyordu: “Biz rakibimizi kısa, tek paslarla, dar alanda oynayarak şaşırtıyoruz. Bunu bu sezon daha az yapabildik, ama kendimizi böyle oynamak için zorlamalıyız.”
Yıllarca şampiyonluk kazanamamakla eleştirilen Güneş, sonunda zafer üzerine zafer kazanırken bile asıl olanın varılan yer değil, gidilen yol olduğunu hatırlatıyor ve kazanmanın, hem de ne pahasına olursa olsun kazanmanın ölesiye kutsandığı Türk futbolundaki hâkim anlayışa da sağlam bir tokat atıyordu.


