YORUM | Onur Özgen @ozgenonur
Son sezonunda üç kupayı birden kazanan bir takımın normal olarak bir sonraki sezonun doğal favorisi olması beklenir. Ama Süper Lig’de 2015-16 sezonunun başında son şampiyon Galatasaray’ın rakipleri üzerinde böyle bir baskıyı kurabildiği söylenemezdi. Geride kalan sezonda birçok sorunu aşarak mucizevi bir şekilde zirveyi ele geçiren sarı-kırmızılılar, klasik bir şampiyondan ziyade konjonktürel bir birinci gibiydi. Kadrolarında büyük çaplı bir değişime gitmeleri gerekirken, bu beklenmedik birincilik onları rehavete sürüklemiş ve küçük rötuşlarla ilermeyi denemişlerdi. Bu yüzden yeni sezona bir şampiyon takım için olması gerekenden çok daha sorunlu bir şekilde başlamışlardı.
Rakipleri Fenerbahçe ve Beşiktaş’taysa değişim vardı. Fenerbahçe’de “geçici antrenör” görüntüsünden kurtulamayan İsmail Kartal’ın yerine Porto ve Olympiakos’un başında şampiyonluklar yaşamış olan Vitor Pereira getirilmiş, kulüp ise tarihinin en pahalı ve gösterişli transfer dönemini geçirmişti. Manchester United’dan Robin van Persie ve Nani, Liverpool’dan kiralık olarak Lazar Markovic, Sao Paulo’dan Josef de Souza ve Lille’den Simon Kjaer gibi uluslararası oyuncular kadroya dâhil edilirken, Bursaspor’dan ise geride kalan sezonun gol kralı Fernandao ve takımın dikkat çeken yerli oyuncuları Ozan Tufan, Volkan Şen ve Şener Özbayraklı transfer edilmişti. Yalnızca Bursaspor’dan gelen bu dört oyuncu için 14.5 milyon euro bonservis harcanmış, tüm transferlere ödenen bonservis ücretiyse 43 milyon euro’ya dayanmıştı. Açıkçası Fenerbahçe, kâğıt üzerindeki en güçlü kadroyu kurmuştu.
Beşiktaş’ın ise bu kadar harcayacak parası yoktu. Kulüp, UEFA’yla imzaladığı finansal fair-play anlaşması doğrultusunda ancak sattığı kadar oyuncu alabiliyordu. Bu yüzden Bursaspor’un yıldızlarını almaktansa, onları parlatan Şenol Güneş’i takımın başına getirmeyi tercih etmişlerdi. Ve bu, Beşiktaş’ın uzun yıllardır verdiği en doğru kararlardan biriydi.

Siyah-beyazlılar yeniden yapılanmayla geçirdikleri son üç sezonda üçüncülükten öteye gidememişler, buna karşın son sezonlarında kazanmaya çok yaklaşmışlardı. Ligin 30. haftasına lider giren Beşiktaş, son dört maçındaysa galibiyet alamayınca bir kez daha üçüncülükle yetinmek zorunda kalmıştı. Sezon bitiminde West Ham United’ın yolunu tutan Slaven Bilic’in yerineyse sonunda onlara bir şeyler kazandırabilecek biri gerekiyordu. Bu isim olarak her ne kadar iki defa çok yaklaşmış olsa da kariyerinde henüz bir lig şampiyonluğu bulunmayan 63 yaşındaki bir antrenörün seçilmesi, kimilerine ilk bakışta tuhaf gelmiş olabilir. Ama aslında bu tam zamanında gerçekleşen buluşmalardan biriydi.
Beşiktaş, üç sezon önce Samet Aybaba yönetiminde nispeten genç sayılabilecek ve son derece mütevazı bütçelerle kurulmuş bir takımla zincirlerinden boşanırcasına çılgınca hücum etmiş ve kendilerinden neredeyse hiçbir beklentinin olmadığı bir sezonda oynadıkları hücuma dönük futbol ve elde ettikleri üçüncülükle taraftarlarını tatmin etmeyi başarmıştı.
Fakat ne olursa olsun Beşiktaş’ın bir şekilde sonuç alması gerekiyordu. Oldukça keyif verse de stratejiden ve pragmatizmden tamamen uzak olan bu tek yönlü futbolun ise bunu başarması mümkün değildi. Aybaba’nın deyimiyle takım her hücuma sekiz oyuncuyla çıkıyor, iki oyuncuyla geri dönüyordu. Savunmaya daha kalabalık bir şekilde dönmeye ise yine kendi deyimiyle oyuncuları iknâ edemiyordu. Bu yüzden ertesi sezonda onları buna iknâ edebilecek biri gerekiyordu. Futbol direktörlüğüne getirilen Önder Özen, önce Kayserispor’da başarılı bir sezon geçiren Robert Prosinecki için uğraşsa da, bu çabasında sonuca ulaşamayınca Prosinecki’nin Hırvatistan Millî Takımı’nda yardımcılığını yaptığı Bilic ile anlaşmaya varmıştı.
Bilic her ne kadar Hırvatistan’ın başında oldukça dikkat çekici bir performans sergilese de ardından gittiği Rusya’da başarısız bir Lokomotiv Moskova deneyimi geçirmiş ve sezonu tamamlayamamıştı. Üstelik tüm kulüp kariyeri bundan ibâretti. Dolayısıyla bu anlamda Beşiktaş için riskli bir seçenek olarak görünüyordu, evet. Ama Beşiktaş’ta yeni bir takım inşâ edecekti.
Bir önceki sezonda kalesinde 47 gol gören takımı, öncelikle zor gol yiyen bir takım hâline getirmeliydi. Kısa bir süre içinde bunu başardı da. Beşiktaş sahada birlikte hareket eden ve geometrisi düzgün bir takıma dönüştü. Fakat savunma disiplini artarken, hücumdaki yaratıcılık azalmıştı. Takım topsuz oyunda ne yapacağını çok iyi biliyor, ama yerleşik savunmalara karşı topa sahipken yeterli sayıda hücum varyasyonuna sahip olamıyordu. Nitekim Bilic’in ikinci sezonunda Premier Lig’in devleri Arsenal, Tottenham ve Liverpool’a karşı çok iyi işleyen bu oyun, ligdeki kapalı savunmalara karşı beklenmedik puan kayıpları yaşatabiliyordu. Elbette takımın statsız olmasının ve göçebe bir şekilde iç saha maçlarının çoğunluğunu Ankara’da oynamasının getirdiği fiziksel ve zihinsel yorgunluğun da Beşiktaş’ın bu dönemde bir şey kazanamamasında çok önemli bir payı vardı. Ama nihayetinde Süper Lig’de zirvenin yolunun hücumda daha yaratıcı ve özgür olmaktan geçtiği de kesindi.
Güneş, 2015-16 sezonunda Beşiktaş’ın aradığı o yaratıcılık ve özgürlüğü oyunculara verecekti. Ama önce transfer döneminde elini biraz olsun güçlendirmeliydi. Savunmanın göbeğine Gremio’dan Rhodolfo, sağ beke Hoffenheim’dan Andreas Beck alınmış ve Porto’dan Ricardo Quaresma takıma geri dönmüştü. Buna karşın takımın birinci golcüsü Demba Ba, 13 milyon euro karşılığında Shanghai Shenhua’ya transfer olmuş ve yeri Fiorentina’da geçirdiği sakatlıklarla hayâl kırıklığı yaratan Mario Gomez ile ancak transferin son gününde doldurulabilmişti. Öyle ki, Güneş sezonu Bilic’in üçüncü santrforu Cenk Tosun’la açacaktı.
Belki kâğıt üzerinde Fenerbahçe’nin geçirdiği kadar gösterişli bir transfer dönemi değildi bu. Ama tecrübeli ve Güneş’in istediklerini yapabilecek oyuncular kadroya dâhil edilmişlerdi. Üstelik kariyerinde daha önce üç defa gol kralı olmuş Gomez, çalıştırdığı takımlardan dört gol kralı çıkan Güneş ile buluşacaktı, ki tek başına bu bile oldukça korkutucu duruyordu. Güneş’in rakiplerine göre en büyük avantajı ise Bilic’in kendisine oldukça iyi bir takım bırakmış olmasıydı. Yalnızca biraz daha yaratıcı düşünmeye ve özgür hissetmeye ihtiyaçları vardı ve Güneş oyuncuların bu ihtiyaçlarının farkındaydı.

Takıma ilk ve belki de en önemli dokunuşunu Oğuzhan Özyakup üzerinden yapmıştı. Bilic döneminde önce Manuel Fernandes, ardından Sosa’nın 10 numaradaki alternatifi olmaktan öteye gidemeyen Oğuzhan, her fırsatta forvet arkasında rahat edemediğini söylüyordu. Oğuzhan’ın önünü açacak şey ise aslında üzücü bir olaydı. Bilic’in orta sahadaki vazgeçilmezi Veli Kavlak, bir önceki sezonun ortasında omzundan sakatlanmış ve yeni sezonun başında takıma henüz dönememişti (bundan sonra hiç dönemeyeceğini ve bu sakatlığın futbol hayatını bitireceğini ise henüz kendisi dâhil kimse bilmiyordu). Öte yandan sezon başı kampında bir diğer orta saha oyuncusu Tolgay Arslan da çapraz bağlarını koparmıştı. Bu durumda merkez orta sahada Atiba Hutchinson’ın ekürisi olarak ya Necip Uysal ya da Oğuzhan oynayacaktı. Güneş ise tereddütsüz bir şekilde Oğuzhan’ı seçmişti.
Kim bilir, belki Veli ve Tolgay hiç sakatlanmamış olsalardı da Atiba’nın yanında yine Oğuzhan’ı tercih edebilirdi. Nitekim son beş yılında yarattığı iki özel takımın merkez orta sahasında da ofansif ya da yaratıcı isimleri kullanmıştı; Trabzonspor’da Gustavo Colman ve Selçuk İnan, Bursaspor’daysa Ozan Tufan ve Fernando Belluschi (futbol kariyerine sağ bek olarak başlayan ve o dönemde A Millî Takım’da stoperde denenen Ozan’ın bu profile ilk bakışta uymadığı düşünülebilir. Ama o sezon Güneş’in Bursaspor’da onu nasıl kullandığını ve sezonu yedi golle tamamladığını hatırlayanlar varlığını yadırgamayacaklardır).
Her hâlükârda Oğuzhan’ın sahayı daha geniş bir açıyla görebileceği bir pozisyona çekilmesi, yaratıcılığını daha özgür bir şekilde sergileyebileceği bir role kavuşturulması ve bunu aynı futbol dilini konuştukları Sosa’yla birlikte yapacak olması, Beşiktaş’ın o sezonki görüntüsünü tamamen değiştirecekti. Bu bir yönüyle Pep Guardiola’nın bir sezon sonra Manchester City’de Kevin de Bruyne ve David Silva’yı 8 numaraya çekerek yarattığı etkinin benzeri olacaktı. Atiba ise tıpkı Fernandinho gibi önündeki iki yaratıcı ismi arkada çok iyi tamamlayan ve kusursuz pozisyon alışlarıyla onları hücumda daha da özgürleştiren oyuncu olacaktı.
Bu yeni Beşiktaş için ligin ilk maçı ideal şartlardan oldukça uzaktı. 40 dereceye yakın bir sıcaklıkta ve berbat bir zeminde Mersin İdman Yurdu deplasmanına çıkan Beşiktaş için ise bunlar sanki hiç önemli değildi. O gece Ay’da kraterlerin üzerinde de oynasalar, yer çekiminin yokluğuna rağmen topu bir şekilde yere indirmeyi başarabilirlerdi. Cenk’in hat-trick yaptığı ve siyah-beyazlıların birbirinden güzel beş golle kazandığı o maç, nasıl bir sezon geçireceklerini gösteren nefes kesici bir fragman gibiydi.
Ertesi hafta Quaresma’nın takımı eksik bıraktığı içerdeki ilk maçta Trabzonspor’a karşı alınan 2-1’lik mağlubiyet hevesleri kaçırmıştı belki ama üçüncü haftadaki Gaziantepspor deplasmanında gelen 4-0’lık galibiyet yeniden moral tazelemişti. Bir önceki sezon 10 gole yedi maç sonunda ulaşabilen takım, Güneş yönetiminde üç haftada 10 gol atmıştı. Üstelik Gomez daha ortalıkta yoktu.
Alman golcüyse bir sonraki hafta Olimpiyat Stadı’ndaki Başakşehir maçında sahneye çıkacaktı ve Beşiktaş o maçı Gomez’in golleriyle 2-0 kazanacaktı. Gomez’i o maçın ardından ise bir daha kimse durduramayacaktı. Serie A'da iki sezonda oynadığı 29 maçta yedi gol atabilen Alman santrfor, bu gol sayısına Beşiktaş formasıyla yalnızca sekiz maçta ulaşacaktı. Fiorentina’daki iki yıllık nekâhet döneminin ardından nihayet aradığı ortamı Beşiktaş’ta bulmuştu. Takımın hareketliliği ve yaratıcılığı onun sürekli pozisyona girmesini sağlıyor, böylece o da kariyeri boyunca en kolay yaptığı şeyi yeniden hatırlıyordu; gol atmak. Üstelik zekâsıyla o da etrafındaki bu hareketlilikten takım arkadaşlarına sık sık alanlar yaratıyordu. Sezona üç maçta attığı dört golle müthiş bir başlangıç yapan Cenk için ise biraz daha bekleme ve bulacağı şansları iyi değerlendirme vaktiydi. Üstelik Gomez’den öğrenecekleri, önümüzdeki birkaç sezonda işine çok yarayacak ve bu sayede kariyerini bambaşka bir noktaya taşıyacaktı.
Beşiktaş için ise iyi başlayan sezonun 6. haftasında kritik bir sınav vardı. Bilic döneminde iki yıl boyunca tek bir derbi bile kazanamayan takımın, Olimpiyat Stadı’nda ağırlayacağı Fenerbahçe karşısında bu eşiği geçip geçemeyeceği merak ediliyordu. İlk 25 dakikada ise takımın buna vermiş olduğu cevap olumluydu. Duran toplardan üst üste gelen iki golle herkes rahatlamıştı. Ama önce ilk yarıda Dusko Tosic’in kendi kalesine attığı gol ve ardından ikinci yarıda Van Persie’nin ağları havalandırması, eski hastalığın belirtilerini yeniden ortaya çıkarmıştı. Fakat Beşiktaş’ta işler değişmişti ve siyah-beyazlı oyuncular bunu herkese kanıtlamaya kararlıydı. 74’te rakip yarı sahanın sol iç koridorunda topla buluşan Oğuzhan, bir anda çok şık dönüp Raul Meireles’i geçmiş ve sol kanattan Şener’in arkasına sızan Gökhan Töre’nin önüne doğru harika bir ara pası göndermişti. Ceza sahası içindeyse iki büyük tecrübe bire birde kalmıştı; Bruno Alves ve Gomez. Alves önce agresif bir şekilde Gomez’in bir adım önüne geçip pozisyon üstünlüğünü yakalamış, ama ardından Alman golcü bir anda uzak köşeye doğru hareketlenip kendisini boşa çıkarmıştı. Sonrasını biliyorsunuz. Beşiktaş, iki sezon aradan sonra ilk kez Fenerbahçe'yi yenmiş ve yine son iki sezonda ilk defa Olimpiyat Stadı’nda üst üste iki maç kazanmıştı.
Fenerbahçe daha iddialı bir kadroyla sezona girse de Beşiktaş ne yapmak istediğini daha iyi biliyor gibiydi. Bu yüzden kadro istikrarını da daha çabuk oturtmuştu. Öyle ki, Fenerbahçe ilk altı haftada altı farklı savunma dörtlüsünü kullanırken, Beşiktaş ise bu altı maçın beşinde aynı geri dörtlüyle sahaya çıkmıştı. Fakat bu iki takımın son şampiyonun önünde olduğu ve bu sezon ikisinin yarışacağı belli olmuştu.
Beşiktaş’ın derbiden dört gün sonra konuk edeceği Sporting maçıysa bazı şeylerin net olarak görülmesi açısından önem taşıyordu. Güneş o maça savunma önünde Atiba ve Necip’ten oluşan defansif ağırlıklı bir çift pivotla çıkmıştı. Sporting’te de rotasyon vardı. Adrien Silva, Gelson Martins ve Islam Slimani gibi takımın as oyuncuları yedek kulübesindeydi. Ama yine de alışılmış 4-4-2 düzenindelerdi ve elbette bir Jorge Jesus takımında olması gerektiği gibi deplasmanda olduklarına aldırmadan maça çılgınca hücum ederek başlamışlardı.

Beşiktaş ilk yarı boyunca hiçbir şekilde rakibinin hücumlarını savunamamış ve tabiri caizse delik deşik olmuştu. Devre arasına Bryan Ruiz’in golüyle 1-0 yenik girdikleri için ise şanslılardı. Bu yüzden Güneş ikinci yarıya bir hamle yaparak başlamalıydı ve öyle de olmuştu. Necip’in yerine Oğuzhan oyuna girmiş, bu değişiklikle bambaşka bir ikinci yarı olmuş ve bu defa Beşiktaş rakip kale önünde oynamaya başlamıştı. Gökhan’ın golüyle eşitliği sağladıktan sonra Güneş biraz daha cesaretlenmiş ve Sosa’nın yerine Cenk’i alıp rakibi gibi 4-4-2’ye dönmüştü. Sonucunda ise ilk yarıda Sporting farkı kaçırırken, ikinci yarıda da Beşiktaş galibiyeti kaçırmış ve karşılaşma 1-1 bitmişti. Maç sonunda Güneş, “Derslik bir maç oldu,” ifadesini kullanmıştı. “İlk yarıda savunmada hep geç hamleler yaptık ve rakibin oynamasına izin verdik. İkinci yarıda bari hücum edelim diye düşündüm, Oğuzhan’ı oyuna aldım ve çok iyi oynadı. Değişikliğin ardından hem rakibe çok daha az atak şansı verdik hem de biz birçok pozisyon bulduk.”
Bu maçın ardından Oğuzhan sezonun geri kalanında kart cezalısı olduğu iki karşılaşmanın dışında hiçbir maçta bir daha yedek kalmamıştı.
Beşiktaş ise sezonun ilk yarısı için şikâyetçi olamazdı. Ligde yalnızca Akhisarspor’a karşı içerde sürpriz bir mağlubiyet almışlar, onun dışında hiç kaybetmemişlerdi. Avrupa Ligi’ndeyse Sporting deplasmanında 65 dakika boyunca çok üstün oynamalarına rağmen kaleci ve savunma hatalarıyla 10 dakika içinde yedikleri üç golle mağlup olmuşlar ve grupta üçüncü sırada kalarak Avrupa’ya veda etmişlerdi. Ama bu onlara esas hedefleri olan lige daha fazla odaklanma imkânı tanıyacaktı.
Fakat yine de moral bozukluğuyla döndükleri Lizbon’dan dört gün sonra Olimpiyat Stadı’nda Galatasaray’a karşı ciddi bir sınav daha vereceklerdi. Sarı-kırmızılıların başına birkaç hafta önce görevden alınan Hamza Hamzaoğlu’nun yerine Mustafa Denizli geçmişti ve kurt hoca bir derbi galibiyetiyle ipleri eline almayı umuyordu. Derbinin senaryosu ise Lizbon’daki maça benziyordu. Beşiktaş yine rakibinden çok daha üstün oynuyordu. Öyle ki, ilk yarı bittiğinde Galatasaray’da kaleci Fernando Muslera’dan daha fazla topa dokunan yalnızca iki oyuncu vardı ve soyunma odasına golsüz eşitlikle gidebildikleri için şanslılardı. Fakat ikinci yarının başında Beşiktaş bu defa yedek kalecisi Günay Güvenç’in ıskasının ardından Wesley Sneijder’ın orta sahadan boş kaleye gönderdiği şutuyla bir anda geriye düşmüştü.
Beşiktaş santrayı yaptığında, gole sebep olan hatası yüzünden yerle bir olan Günay’ı Ersan Gülüm hâlâ teselli etmeye çalışıyordu. Sahanın bir ucunda olabildiğince arabesk bir tablo varken, öbür ucundaysa özgür iradenin her şeyin üstünde olduğunu, insanın istediği takdirde kaderini değiştirebileceğini savunan bir Alman indeterministi topla buluşmuştu bile. Yavaş yavaş ceza sahasına sokuldu, sokuldu, sokuldu ve şut açısını bulunca vuruşunu yaptı. Fakat Gomez’in standartlarında iyi bir vuruş sayılmazdı bu, rakip kaleci Muslera’nın standartlarındaysa çok rahat kurtarılacak bir vuruştu. Yine de ne olursa olsun kararlı bir isyankârın vuruşuydu ve ağlarla buluşmuştu. Beşiktaş’a galibiyeti getiren golüyse Gökhan Töre atmış ve hemen ardından ikonik gol sevinci gelmişti. Ama Gomez’in mevcut durumu değiştirmeye yönelik iradesi olmasaydı, muhtemelen Gökhan’ın golünü getirecek şartlar da oluşmayacaktı, Beşiktaş tıpkı önceki yıllardaki derbilerde olduğu gibi maçtan kopacaktı ve kaybedecekti. Ve belki üst üste alınan iki mağlubiyetle çok iyi giden bir sezon bir anda tepetaklak olacaktı. Gomez’in o golü, yaşanması kuvvetle muhtemel tüm bu şeylerin önüne geçmişti. Alman santrforun varlığı yalnızca attığı goller açısından değil, aynı zamanda tüm takımı kendi bilinç düzeyine çektiği için çok önemliydi.
Depo PhotosBeşiktaş, Galatasaray'ı ligde 10 maç aradan sonra yenmişti (en son 30 Nisan 2011'de 2-0 kazanmıştı) ve aynı zamanda siyah-beyazlılar, 2002-03 sezonundan bu yana ilk defa ligin ilk yarısındaki iki derbiyi de kazanmıştı. Bu durum, sezonun geri kalanında kendilerine daha fazla güvenmelerini sağlayacaktı. Tıpkı Gomez’in takım arkadaşlarından istediği gibi.
Nitekim bir sonraki Osmanlıspor ve Konyaspor maçlarını da kazanan Beşiktaş, üç puanlı sistemde üçüncü defa 17. hafta sonunda 41 gol, 41 puan çıtasını geçmişti (1988-89: 43 gol, 41 puan; 2003-04: 42 gol, 43 puan). Buna karşın Fenerbahçe yalnızca bir puan arkalarındaydı. Üçüncü sıradaki Galatasaray ise 30 puanda kalmış ve yarışa havlu atmıştı. Yani ligin ikinci yarısı, yıllar sonra yeniden Beşiktaş ve Fenerbahçe rekâbetine sahne olacaktı. Başka bir deyişle Güneş, antrenörlük kariyerindeki üçüncü şampiyonluk yarışını da Fenerbahçe’ye karşı verecekti.
Ama bunun için ikinci yarıda yöneticilik becerilerine daha fazla ihtiyaç olacaktı. Zira üst üste şanssızlıklar yaşanacaktı. Devre arasında önce yönetim Ersan'ı 7 milyon euro karşılığında Çin ekibi Hebei China Fortune’a satmış, ardından diğer stoper Rhodolfo, ikinci yarının ilk maçı olan Gaziantepspor karşısında çapraz bağlarını koparıp sezonu kapatmıştı. Başka bir deyişle Güneş, bir anda iki stoperini kaybetmişti. Hannover’den Marcelo Guedes ve Alaves’ten Alexis Delgado kiralanmıştı, ama ne olursa olsun şampiyonluğa giden bir takımın iki stoperinin birden değişmesi büyük bir handikaptı. Ve Güneş birbirlerini, takımı ve ligi hiç tanımayan iki yeni stoperden hemen performans almak zorundaydı.
Üstelik şanssızlıklar bu kadarla da sınırlı değildi. Siyah-beyazlılar ligin ikinci yarısında oynaması gereken ilk iki maçı olan Mersin İdman Yurdu ve Trabzonspor karşılaşmalarını yoğun kar yağışı nedeniyle oynayamamış ve iki maç da ileri tarihlere ertelenmişti. Böylece ligin ilk yarısını lider bitiren Beşiktaş, ikinci yarıya bir türlü başlayamayınca, bu arada kendi maçlarını kazanan Fenerbahçe’nin iki maç eksiğiyle de olsa bir anda beş puan gerisine düşmüş ve bu durumun zihinsel açıdan getirdiği olumsuz etkileriyle de başa çıkmak zorunda kalmıştı. Hatta sarı-lacivertliler Antalyaspor deplasmanında kaybetmeseydi, Beşiktaş 19. haftadaki Gaziantepspor maçına sekiz puan geride çıkacaktı.
Öte yandan yeni stoperler Marcelo ve Alexis’in lisansları daha sonradan çıktığı için iki oyuncu da bu iki erteleme maçında oynayamayacaktı. Elinde asli pozisyonu stoper olan başka bir oyuncusu kalmayan Güneş de mecburen Necip ve Tosic’i stoperde kullanacaktı.
Fakat Beşiktaş, türlü zorluklarla geçen bu şubat ayını bir şekilde az hasarla geçmeyi başarmıştı. Bu arada Türkiye Kupası çeyrek finalinde Konyaspor’a elense de, Fenerbahçe derbisine kadar ligde oynadığı dört maçın üçünü kazanmış, yalnızca Başakşehir deplasmanında berabere kalmıştı. O maçtan da 2-0 geriden gelerek bir puan aldığı için morâl depolamıştı.
Kadıköy’deki derbideyse Pereira maç planıyla fark yaratmıştı. Elbette henüz maçın ikinci dakikasında Volkan Şen’in golüyle öne geçmeleri, Beşiktaş’ı karşı presle durdurmak isteyen Portekizli antrenörün topsuz oyun odaklı bu planının uygulanabilirliğini iyice kolaylaştırmıştı. Buna karşın ikinci yarıda topa daha fazla sahip olan Beşiktaş, çok sayıda net gol pozisyonu üretse de bunları değerlendirememiş, ardından Fenerbahçe, rakibinin yeni savunmasının birbirleriyle uyumsuzluğundan bir kez daha faydalanıp derbiyi kazanmış ve bir maç fazlasıyla da olsa iki puan farkla liderliğe yükselmişti.
Buna rağmen Beşiktaş düşmemeyi başarmış, içerisinde ertelenen Trabzonspor deplasmanı da olmak üzere üst üste dört maçını kazanmış ve 27. haftaya Fenerbahçe’nin üç puan önünde lider olarak girmişti. 27. haftada Kasımpaşa deplasmanında öne geçmesine rağmen aldığı 2-1’lik mağlubiyetin ardından ise Fenerbahçe’ye puanları eşitleme şansı doğmuştu. Ama sarı-lacivertliler kendileri açısından kötü bir dönemde yakalanmıştı. Braga deplasmanında çok tartışılan hakem kararlarının neticesinde farklı bir şekilde kaybederek elenmek, Pereira’nın öğrencilerini oldukça olumsuz etkilemiş ve o süreçte oynadıkları Osmanlıspor, Konyaspor ve Galatasaray maçlarında yedi puan kaybederek zirve yarışında ağır yara almışlardı. Nitekim 29. hafta sonunda Beşiktaş puan farkını beşe çıkarmıştı.
Üstelik siyah-beyazlılar bu arada 1066 gün sonra yeni stadyumuna da kavuşmuştu. Bursaspor’a karşı oynanan maçta Vodafone Park’ta atılan ilk gol, bir ilk gol için hem rüya gibiydi hem de Beşiktaş’ın tüm sezonunu özetler nitelikteydi. Maçın 20. dakikasında Oğuzhan orta yuvarlak üzerinde topla buluştuğunda birazdan olağanüstü bir şeylerin olacağını gösteren bir işaret henüz yoktu. Sonra Oğuzhan, Sosa’ya pasını vermiş ve pasının ardından hemen Sosa’nın arkasına hareketlenmişti. O arada çoktan yanındaki Quaresma’ya pasını veren Sosa da aynısını yapmış ve o da ileriye doğru hareketlenmişti. Quaresma’nın birkaç metre ilerdeki Olcay Şahan'a tek pasının ardından ise Sosa kendini boşa çıkarmayı başarmıştı. Bunu fark eden Olcay da hiç oyalanmayıp Sosa’ya şık bir tek pas vermişti. Sosa’nın ikinci topla buluşmasında ise neye uğradığını şaşıran Bursaspor savunmasının artık yapacak hiçbir şeyi kalmamıştı. Sosa birkaç adım daha topu sürüp, sol iç koridordan içeri sızan Gomez’in önüne pasını göndermişti. Ardından bunu alelâde bir plaseyle bitirmek istemeyen Gomez, kaleci Harun Tekin’i de geçip boş kaleye topu yuvarlamıştı. Muhtemelen Beşiktaş’ın tarihindeki en göze hitap eden, en takım işi goldü bu. Ve her şey on saniye içinde olmuştu.
OptaYine de Beşiktaş, beş puan önde girdiği 30. haftada oldukça gergin anlar yaşamıştı. O güne kadar Beşiktaş’ın tarihinde birden fazla kez oynayıp kazanamadığı tek deplasmandı Akhisarspor deplasmanı ve yine başına belâ açmıştı. Siyah-beyazlılar maçta iki defa öne geçse de 78. dakikada İsmail Köybaşı’nın geri pasına kaleci Tolga Zengin’in ıska geçmesinin ardından araya giren Hugo Rodallega’nın golüyle bir anda 3-2 geriye düşmüştü. O golün ardından ise reji, yedek kulübesinde ağlamaya başlayan Serdar Kurtuluş’u göstermeye başlamıştı. Hâlbuki Beşiktaş o maçı kaybetse dahi, yalnızca bir avantaj yitirecek ve Fenerbahçe’nin kendi maçını kazanması hâlinde bile yine iki puan önde olacaktı. Serdar ise kulübede sanki şampiyonluk kaybedilmiş gibi davranıyordu. Kim bilir, belki de bir önceki sezon şampiyonluğun yine 30. haftada kaybedilmesi gelmişti aklına. Ama her hâlükârda tuhaf bir tepkiydi.
Gomez ise bir kez daha takımını bu arabesk ruh hâlinin içinde bırakmayacaktı. 90. dakikada Oğuzhan’ın ceza sahasına gönderdiği uzun topu yanındaki Cenk’e ayağının içiyle öyle rahat bir şekilde tek pasa/asiste dönüştürmüştü ki, Beşiktaş’ı içine düştüğü karanlık kuyudan yeniden çekip çıkarmıştı. İki hafta sonra Galatasaray deplasmanında galibiyeti getiren tek golü atıp, Fenerbahçe’nin bütün umutlarını bitirmek de yine ona kalmıştı. Beşiktaş’ın lig tarihinde ikinci defa aynı sezonda hem şampiyon olup hem gol kralı çıkarması da ona ayrıca yakışmıştı (ilki 1989-90 sezonu, Feyyaz Uçar).
Süper Lig tarihinde pek çok ikonik şampiyon var. Son yirmi beş yılı esas alırsak Fatih Terim'in sonu Avrupa şampiyonluğuyla biten 1996 - 2000 arasındaki Galatasaray’ı, Beşiktaş’ın Mircea Lucescu yönetimindeki 100. yıl takımı ya da Arthur Zico’nun yine 100. yılda ligi kazanan ve bir sonraki sezon Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale yükselen Fenerbahçe’si sayılabilir. Hepsi birbirinden farklı takımlardı, ama ortak bir yanları varsa o da rakip kaleye doğrudan bir şekilde gitmeyi çok sevmeleriydi. Şenol Güneş’e kariyerindeki ilk lig şampiyonluğunu getiren takım da böyle bir takımdı.
Ama rakip kaleye onlardan daha şâirane bir şekilde gidebilen hiç olmamıştı. Ve tam da bu yüzden şampiyonluk kutlamalarında motorları maviliklere sürmek onlara çok yakışmıştı.


