Francesco Farioli Fatih Karagumruk Head CoachDepo Photos

ÖZEL | Francesco Farioli: Belki de fikirlerine âşık olmamak daha iyidir, ama bu benim için çok zor


ÖZEL | Onur Özgen @ozgenonur


“Karagümrük’ün gerçekten çok iyi hocası ve oyun planı var. Farioli geldikten sonra geriden oyun kurmaya çalışıyorlar, bunu kısa zamanda çok iyi uygulamayı başardılar. Aynı zamanda birçok genç oyuncuyu da oynatıyorlar. Onları tebrik etmek istiyorum.”

Trabzonspor’un geçtiğimiz nisan ayında karşılaştığı Karagümrük maçının ardından Uğurcan Çakır bunları söylemişti. Hayır, yanlış hatırlamıyorsunuz. Maçı Trabzonspor kazanmıştı, ama övgüleri kaybeden taraf toplamıştı. 

Johan Cruyff’un dediği gibi; “Kazanmak elbette önemli. Ama kendi tarzınızın olması, insanların sizi taklit etmesi, size hayranlık beslemesi. İşte en büyük hediye bu”.

Geçen sene önce Alanyaspor’da ikinci adam olarak, ardından Fatih Karagümrük’te birinci adam olarak gösterdikleriyle Süper Lig’in en genç ve en ilgi çekici antrenörü olan Farioli ile çok uzun zamandır röportaj yapmak istiyorduk. Sonunda şartları ayarladık ve Zoom üzerinden görüşmek için anlaştık.

Ama onu bir tatil yerinde yakaladığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Evet, şu sıralarda Amalfi sahillerinde olabilirdi. Fakat belli ki onun için en güzel yer, lisans eğitimini aldığı Coverciano.

Sözlerinde yalnızca futbola bakışı hakkındaki detaylara değil, nasıl bir insan olduğuna dair ipuçlarına da rastlamak mümkün. 

Öncelikle kolay bir soru. Uzun süredir İtalya dışındaydın, ülkeni özledin mi? 

Elbette ülkemi özledim. Ailemi, arkadaşlarımı özledim. Ama şanslıyım, çünkü eşim benimle beraber. Bu serüvende yalnız değilim. Tabiî ki aynı zamanda teknik ekip ve oyuncular da var. Alışkanlıklarımı özleyeceğim açık, ama geçmişimde zaten bu tarz bir tecrübe var. Yani çalışmak için evden uzakta olmanın ne demek olduğunu ve farklı bir yerde çalışmanın nasıl bir duygu olduğunu biliyorum. 

Futbol oynamaya kaleci olarak başlamış ve henüz 21 yaşında kendi isteğinle kariyerini noktalamışsın. Buna nasıl karar vermiştin?

Esasen epey alt kategorilerde futbol oynuyordum. Fakat düşünce yapım ve oyuna yaklaşımım çok profesyoneldi. Dolayısıyla zihinsel olarak futbola bakışım ve yaklaşımımla futbol oynadığım seviye hiç örtüşmüyordu. Ve bu konuda bazı zorluklar yaşıyordum. Yani aslında futbol zihnimle bir yerde, fiziksel özelliklerim ve tekniğimle bambaşka bir yerdeydim. 

Antrenörlük yapmaya 19 yaşında başladım, yani iki yıl boyunca hem antrenör hem oyuncuydum. 21 yaşındayken A takıma çıkma şansı yakaladım. Bir karar vermek zorundaydım. Bir yanda bu tutkumu iş olarak yapma fırsatını gördüm. Elbette antrenör olmayı denemek kesin değildi, çünkü o dönem İtalya 5. Ligi'ndeydim, yarı-profesyonel bir futboldu. Önümdeki iki seçenekten biri beni yukarıya götürecekken, diğeri ise tam tersi aşağıya götürecekti. 

O dönemde hâlâ okuyordum, bir yönde adım atmaya karar verdim ve antrenörlüğe başladım. Kırılma noktası buydu.

Bir dönem Katar’da, Aspire Akademisi’nde çalıştın. Bu fırsat nasıl oluşmuştu ve bu deneyim sana neler katmıştı?

Bu fırsat geldi, çünkü artık futbol dünyası uluslararası bir hâl aldı. Birçok bağlantı var, insanlar birbiriyle konuşuyor. Bir yerden bir yere, bir ülkeden bir ülkeye büyük transferler oluyor. Bu fırsat, çalıştığım için ve insanlar yaptığım iş hakkında bilgi aldıkları ve ilgi duydukları için geldi. 

Benim için özellikle üç farklı an vardı: İtalya’dan Katar’a gidişim, Katar’dan tekrar İtalya’ya dönüşüm ve İtalya’dan Türkiye’ye gelişim. Ve elbette birkaç ay önce meydana gelen içsel değişim. Katar’da Aspire Akademisi’nde ve millî takımda deneyimlerim oldu. Tabiî ki 2022 Dünya Kupası'nı da düşünüyorum. Kişisel olarak en büyük değişimimin gerçekleştiği ve üzerimde en büyük etkisi olan yerdi. İngilizcede nasıl söylenir bilmiyorum, ama İtalyancada biz buna “autodidatta” deriz. Kendini tazelemek için tecrübeyle bir şeyler yapmak, içgüdülerinle gelişmek anlamına gelir. Bir şeyin kullanışlı olabileceğini düşünüyorsanız, bunun üzerine çalışır ve hayâl gücünüzle uygulamayı denersiniz. Genellikle fikirlerimi ve yöntemlerimi getirebildiğim bir yerde çalışırım. Katar’da durum tam tersiydi, çünkü bir hayli net bir oyun modeli ve metodolojisi olan bir organizasyonla karşılaşmıştım. Oraya futbol bilgilerimi götürmeliydim, ama dürüst olmam gerekirse öğrenmek ve kendimi inşa etmek için de çok iyi bir fırsat bulmuştum. Katar’a gitme sebebim özellikle bunun içindi. Çünkü bunun benim için bir çeşit üniversite olabileceğini hissetmiştim. 

25 yaşındaydım ve bu benim için mükemmel zamanlamaydı. Beşinci Lig'den Dördüncü Lig'e ve oradan Üçüncü Lig'e çok hızlı çıkmıştım ve bir noktada Serie A’ya hızlıca ulaşabileceğimi görmüştüm. Ama, “Bir-iki yıl geç de olsa o seviyeye hazır bir şekilde varmak daha iyidir,” diye düşünmüştüm. Oraya varabilmek, orada kalabilmek, zorluklarla ve ortamla yüzleşebilmek için. Bu yüzden Katar’ın doğru tercih olduğunu hissettim ve bu yönde gitmeye karar verdim. 

İki yıl sonra Roberto De Zerbi'yle İtalya’ya, Serie A’ya dönme fırsatını elde ettim. 27 yaşındaydım ve bu elbette benim için inanılmaz bir fırsattı. İtalyan futbolundaki en genç antrenördüm, ama bunun ötesinde kendimi bu türden bir zorlukla yüzleşmek için hazır hissediyordum. Çünkü Benevento’ya gitmiştik, sıfır puanla lig sonuncusuydular ve durum çılgıncaydı. Omuzlarımın bu yükü sırtlayacak kadar güçlü olduğunu hissetmiştim. Bu yüzden geriye dönüp baktığımda şunu görüyorum; belki büyük adımı atmak ve üst seviyeye çıkmak bir-iki yıl daha fazla aldı. Ama bu sayede fırsat bana geldiğinde orada olmaya hazırdım ya da olabilecek en hazır durumumdaydım. Çünkü hiçbir zaman yeterince hazır değilizdir, iş her zaman öğrenmekle ilgilidir. Bu tarz bir durumla başa çıkabilecek kadar tecrübeliydim. 

Günümüzde bazı futbol blog yazarları antrenörlüğe terfi edebiliyor. Biliyorsun, bunların en dikkat çekeni Marco Rose’un asistanı Rene Maric. Katar’da çalıştığın dönemde, Roberto De Zerbi’nin Foggia’sı hakkında bir makale yazmış ve onun dikkatini çekmeyi başarmışsın. O süreçte neler yaşandığını anlatabilir misin?

Gerçekten de böyleydi. Wyscout için yazılar yazıyordum, bu o dönemde taktik analizler için bir blog sahibi olmak gibiydi. De Zerbi’nin Foggia’sı ile ilgili bir şeyler yazmaya karar vermiştim. Oyun planını, prensiplerini, maçın farklı bölümlerinde neler yaptıklarını ve bu tarz şeyleri açıklamaya çalışmıştım. Makale Wyscout’ta yayımlanmıştı ve birkaç hafta sonra fitness antrenöründen bir mesaj almıştım. Numaramı istiyordu ve mesajda şunu diyordu: “Tebrikler, makale çok iyi olmuş. Çok fazla nokta yakalamışsın."

Bana o dönemde kendi tartıştıkları şeylerden daha derine indiğimi söylemişti. Aslında bu De Zerbi’den övgü almak gibi bir şeydi, çünkü De Zerbi'nin adına konuşuyordu. Konuşmamız orada sonlandı, birkaç kez daha yazıştık, ama başka bir şey olmadı. Bir buçuk yıl sonra Benevento’ya gittiğinde De Zerbi'nin ilk kez tüm teknik ekibini oluşturma şansı oldu.

Çok iyi hatırlıyorum, evdeydim. Telefon çaldı, Roberto De Zerbi'nin adını gördüm. Daha telefon çalarken ben bavulumu hazırlıyordum. Benden ne istediğini bilmiyordum, ama her ihtimâle karşı hazır olmak için yapmıştım. Ardından bana teknik ekibine katılmayı teklif etti. On gün içinde eşyalarımı topladım ve ona yardımcı olmak için oraya gitme fırsatını elde ettim.

Roberto De Zerbi & Francesco Farioli Sassuolo Coaches

De Zerbi’nin ekibine kaleci antrenörü olarak katılmıştın, ancak antrenmanlardaki sorumlulukların çoğunlukla geriden oyun kurmak ve önde baskıyla ilgiliydi. Modern futbolda bu iki konseptin önemini nasıl tanımlarsın? Neden bir futbol takımı geriden oyun kurmalı ve topu kaybettiğinde önde pres yapmalı?

Her takım bunu yapmak zorunda değil. Senin de görebildiğin gibi farklı stratejileri uygulayan ve farklı yaklaşımları olan takımlar var. Yani bu o kadar da önemli değil.

Ben antrenmanlarda en çok sevdiğim, keyif aldığım bölümden sorumluydum. Maçlarımızı ve yapmak istediğimiz şeyleri izlerseniz bir hayli açık bir mesaj vermek ve takıma bir kimlik kazandırmak istediğimizi görebilirsiniz. Geriden oyun kurmanın bizim için önemli kısımlardan biri olduğu açık, antrenmanlarda ve maçlarda bu konuya büyük önem veriyoruz. Oyunu bu şekilde oynamanın bize avantaj getireceğine inanıyoruz. 

Aynı zamanda bu benim hoşuma giden ve inandığım futbol şekli. Yani bu benim için daha kolay. Kolaylık veya zorlukla da alâkalı değil aslında, çünkü bu kendime daha yakın hissettiğim futbol şekli. Bu benim takımıma gösterebildiğim tek futbol şekli, çünkü içimden gelen bu. Hissettiğim ve içimde olanı karşımdakilere geçirmeye çalışıyorum. Çünkü bence bir antrenör olarak kendinizde olmayan bir şeyi takımınıza gösteremezsiniz. 

İtalya’da bu tarzdaki bir futbola muhalif olan gelenekçi bir kesim de var. Örneğin, Giorgio Chiellini'yi hatırlıyorum. Birkaç yıl önce verdiği bir röportajda Pep Guardiola’nın oyun anlayışını kopyalamak isteyen İtalyan antrenörler yüzünden geleneksel İtalyan futbolunun öldüğünü söylemişti. O antrenörlerden biri olarak bu tartışma hakkındaki yorumlarını merak ediyorum.

Söylediğim gibi, bu benim sevdiğim futbol şekli. Tabiî ki aynı anda üç-dört maç izleme imkânım varsa muhtemelen bir Guardiola maçı ya da De Zerbi maçı izlerim, bu kesin. Çünkü benim sevdiğim oyun tarzı bu. 

Bence bizim oyunumuz farklı. Benzer görünüyor, ama aynı değil. Konsepti ve genel fikri uygulamak için kullandığımız metotlar tamamen farklı. Ama tekrar söylüyorum; iş inandığımız futbol şeklinde, oynama ve antrenman yapma şeklinde ve insanları yönetme şeklinde bitiyor. Bu benim nasıl biri olduğumla ilgili, başka herhangi bir şeyle ilgisi yok.

Chiellini’nin yorumuna gelirsek; elbette Pep’in tarzı ya da benim tarzım geleneksel İtalyan tarzına pek benzemiyor, biraz farklı. Ama bence bu oyuncuyu öğrendiği şeylerin dışına çıkarmıyor, hatta oyuncuyu anlayış ve diğer şeylere önem verme açısından yeni seviyelere çıkarıyor. 

Dürüst olmak gerekirse bu soruyu ona da sormak çok ilginç olacaktır. Çünkü Chiellini topla da çok yetenekli bir oyuncu ve yıllar içinde çok gelişti. Belki kendi yaşadığı şeyle ilgili farklı bir fikri vardır. Bizim oyun stilimiz oyuncuları çok daha fazla sorumluluğa maruz bırakıyor. Özellikle stoperler topa 100 kereden fazla dokunuyorlar. Toplu ve topsuz oyunda çok daha önde oynuyorlar ve arkalarında korumaları gereken büyük boşluklar oluyor. 

Bu arada oynamak istediğim futbol tarzı için bir stoper seçmem gerekse buna en uygun isimlerden biri Chiellini olurdu. Çünkü oynatmak istediğim futbol için bütün özelliklere sahip. Topla arası çok iyi, oldukça agresif ve zeki. Yani bu tarz futboldan şikâyetçi olması garip geliyor, çünkü bu tarza en uygun oyunculardan biri. 

Baştan bir tasarı yaratmak, oyuncuların şu an oldukları yer ve bizim nereye gitmek istediğimiz. Bence her zaman önemli olan bu. Önemli olan oyuncuları yeni bir seviyeye çıkaracak, bu tarzın avantajlarını anlayacakları bir yol ve öğrenme süreci yaratmak.

Sence Guardiola’nın futbol tarzı kopyalanabilir mi? Örneğin Marcelo Bielsa bunun yapılamayacağını düşünüyor.

Katılıyorum. Söylediğim gibi, bütün antrenörlerin kendi oyun tarzları var. Bazı ortak prensiplerimiz olabilir. Ama şuna tamamen inanıyorum ki, sonrasında farkı yaratan şey oyunculara verdiğimiz mesaj ve onlara nasıl antrenörlük yaptığımız.

Antrenmandaki çalışma birebir aynı olabilir, ama o birebir aynı çalışmada bir konunun üzerinde çok dururken başka bir konuya daha az önem verebiliriz. Uzun vadede, günlük rutinde ya da uzun bir sezonda bu tarz şeyler farkı yaratır. 

Bu yüzden bir antrenörün diğerinin karbon kopyası olabileceğine inanmıyorum. Roberto’yla (De Zerbi) yüzlerce ortak noktam var, ama kendi içimizde farklı olduğumuza inanıyorum. Toplu oyunda belki fikirlerimiz %99 oranında aynıdır, ama bunları uygulama biçimlerimiz farklı olabilir.

Zaman içinde antrenörlük tarzı temel farklılıkları yaratıyor. Nasıl antrenörlük yaptığımız, antrenmanlar, oyuncuları etkilemek için kullandığımız kelimeler ve vücut dili… İşte bu yüzden Guardiola’yı kopyalamak mümkün değil. Aynı şekilde Bielsa’yı ve diğer antrenörleri kopyalamak da imkânsız. Kim olduğu fark etmez, herkesin kendi yöntemi var. 

Marcelo Bielsa & Pep GuardiolaGetty Images

Mauricio Pochettino’yu takımın başına getirmeden önce Southampton başkanı ona Barcelona gibi oynamalarını istediğini söylemiş. Pochettino da ona, “Bu iyi, peki kadronuzda Xavi ve Iniesta var mı?” diye cevap vermiş. Sen ne düşünüyorsun? Geriden oyun kurmanın inceliklerini dünyadaki tüm takımlara öğretebilir misin? Yoksa bunu yapabilmek için belirli bir kaliteye ihtiyacın var mı? 

Bir önceki soruya döneceğim; hiçbir zaman birbirinin aynısı takımlar göremeyeceğimize inanıyorum, çünkü antrenörler ve oyuncular farklıdır. Tabiî ki çok açık bir model ortaya koyabiliriz ve bu zaman içinde bir örnek hâline gelebilir.

Umarım gelecekte birden fazla takımı çalıştırma fırsatım olur. Takımlar arasındaki örüntüleri bulabilmeyi isterim. Bu benim uyumluluğumun zamanla aynı kaldığını gösterir. Bu aynı zamanda kendimi geliştirdiğimi ve var olan oyunculara uyum sağlayabildiğimi de gösterir.

Şunu unutmamalıyız ki, oyuncuların kalitesi sistemin daha iyi çalışmasını ya da sisteme adapte olunmasını sağlar. Örneğin çok süratli forvetlerimiz varsa belli bir şekilde oynamalıyız. Geriden oyun kurmayı seçebiliriz, ama oyunu geriden belli bir şekilde kurmamız gerekir. Daha teknik oyunculara sahipsek benzer bir yapıyı kullanabiliriz, ama bu oyunculara avantaj getirecek ve forvetlerin daha iyi hücum etmesini sağlayacak şekilde olmalı.

Soruna birleşik bir şekilde cevap vermeye çalışıyorum. Evet, benzer bir tasarı ve yapı oluşturmayı deneyebiliriz. Ama oyuncuların kalitesi, genel fikri değiştirmeyecektir, bu kesin. Çünkü söylediğim gibi, bildiğim futbol tarzını uygulayamayacağım bir takıma gidersem kulübün sahibine söyleyeceğim şey, “Üzgünüm, ama takımınıza uygun antrenör ben değilim,” olur. 

Sağlam ve belirli bir temelimiz olursa oradan bir şey inşa edebilir, gelişebilir ve tasarıdan öteye gidebiliriz. Sonrasında transfer veya başka bir şeyle orta vadede uyum sağlayabiliriz. 

Ama tekrar söylüyorum, bence bu oyun tarzını öğretebiliriz, çünkü bu tüm oyuncuların öğrenebileceği bir şey. Bu kesinlikle sadece Xavi ve Iniesta’nız varsa yapabileceğiniz bir şey değil. Tabiî ki Xavi ve Iniesta, başka birine göre bunu daha iyi yapacaktır (gülüyor). Ama bence her zaman bir şeyleri tasarlamanın ve anlamanın bir yolu vardır. 

Bielsa bir keresinde bir antrenörün asla kendi fikirlerine âşık olmaması gerektiğini ve kendisinin bu konuda kusurlu biri olduğunu söylemişti. Senin de böyle bir kusurun var mı? Fikirlerine âşık mısın?

Maalesef, evet (gülüyor). Daha önce de söylediğim gibi, benim güçlü yanım ve esas meziyetim oynatmak istediğim futbola olan sağlam güvenim. 

Tabiî ki her zaman başarılı olamayız, süreç boyunca hatalar ve başarısız olduğunuz anlar olacaktır. Başarısız olduğunuzda da bunu muhtemelen büyük bir başarısızlık gibi hissedersiniz, çünkü bu başarısızlığı kişisel olarak algılarsınız. Nasıl kazanmak istediğimize karar verdiğimizde aynı zamanda nasıl kaybetmek istediğimize de karar vermek zorundayız. Bunu açık bir şekilde anlarsak geriye sadece olaylara uyum sağlamak kalır. Kim olmak ve nasıl biri olmak istediğimiz konusunda kafamız berraksa artık sonrasında bir uzlaşma yoktur.

Bielsa’nın da söylediği gibi; belki de fikirlerine âşık olmamak daha iyidir, ama bu benim için çok zor. Âşık olmak demeyelim, çünkü işler yolunda gitmediğinde kendime karşı eleştirel olmaya çalışıyorum. Ama bir şeye çok fazla güvenirseniz onun karşısında durmak da zor olacaktır. Kendinizi farklı bir bakıştan kontrol etmek için her zaman farkında olmalısınız, tek gözünüz açık hâlde uyuyormuş gibi. 

Fakat inanıyorum ki, mesajı karşıya aktarmak bir bütün hâlinde olmalı. Sesinizle, vücut dilinizle, seçtiğiniz bir antrenmanla, yaptığınız bir toplantıyla mesajı aktarırsınız. Bir sezon boyunca tüm anlar oyuncularla, kulüple ve teknik ekiple iletişim kurmak içindir. Her an bir şeylerle bağlantı hâlindeyiz, bu yüzden kendimiz olmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Avrupa futbolunda antrenörler kabaca ikiye ayrılmış gibi görünüyor: Pragmatistler ve idealistler. Bir grup hangi şekilde olursa olsun sonuç almak istiyor. Diğer grup ise mümkünse göze hoş gelen bir şekilde sonuç almak istiyor. Senin net olarak ikinci kategoride olduğunu söyleyebilir miyiz?

Söyleyebiliriz. Aslında bu, bu sezon bir kez başıma geldi. Bana göre kazanmayı hak etmediğimiz bir maçı kazandık ve bunu kutlayamadım. 

Sonuçların %95 oranında sürecin bir neticesi olduğuna inanırım. Eğer süreç olumluysa kaybedebilir, berabere kalabilir ya da istediğimiz sonuçları alamayabiliriz. Ama uzun vadede bir yola karar verdiysek artık yol budur. Başka bir seçenek yoktur. 

Ben kesinlikle bir idealistim. Pragmatist yol bende alerjik bir etki yaratıyor (gülüyor). En zeki adam olmayı sevmiyorum, bundan nefret ediyorum. Başka şeyler için çalışmaya çabalıyorum. En zeki olmak ya da olumlu sonuçlar almak için yaşayan bir adam olmak istemiyorum.

Evet, epey idealist biri olduğum kesin. Ama bu benim haklı olduğum, diğerlerinin ise yanıldıkları anlamına gelmiyor. Ben kendi hayatımda da böyle biriyim. Bu estetik olmak veya olmamakla ilgili bir şey değil, nasıl biri olduğunla ilgili. 

Henüz çocuklarım yok, ama bir gün onlara sonuçların iş ahlâkıyla ve sıkı çalışmayla geldiğini öğreteceğim. Eğer mesajımda tutarlı olmak istiyorsam oyuncularıma da aynı şeyi söylemeliyim ve her şeyden önce kendime aynı şeyi söylemeliyim.

Günümüz futbolunda çok fazla idealiste sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Guardiola ya da Klopp idealistler midir? Emin değilim. Prensipleri mutlaka var, ama kazanmak için bunlardan taviz vermeleri gerektiğini hissettiklerinde hiç düşünmüyorlar. Belki Bielsa, Gasperini ya da senin eski dostun De Zerbi bu konudaki en uç örnekler olabilir. Ne dersin?

Dışarıdan izlediğimizde uç örnekler gibi gözükebilirler, ama eğer içeriden bakarsak son derece normaller. Çünkü kim olmak istediğinize siz karar verirsiniz. O anda hiçbir şey uçta değildir.

Eğer yaklaşımıma aykırı bir şeyi oyuncularıma ve kendime söylersem o zaman uçta gözükebilirim. Dolayısıyla Gasperini’yi uç bir örnek olarak görmüyorum. Gasperini’yi bir idealist olarak görüyorum.

Aynı zamanda eğer bir teorin ya da fikrin varsa bu fikri sahada uygulayabilmek için bir yol inşa etmelisin. Geriden oyun kurmaya çalışan, önde pres yapan ya da rakibi kendi ceza sahasında savunan antrenörlerin diğerlerinden daha zeki olduklarını düşünmüyorum. Bence herkes kendisini daha rahat hissettiği yöntemi uygulamaya karar veriyor ve bu onlar için sonuç almanın en iyi yolu.

Bu arada benim yöntemimden farklı olmakla birlikte, pragmatik olan bir kişi de kendince idealisttir.

Alanyaspor’a yardımcı antrenör olarak gelişinin hikâyesini dinlemek istiyorum. İlk bağlantı nasıl olmuştu? Merih Demiral’ın önemli bir rol oynadığı söyleniyor, bu doğru mu?

Evet, kesinlikle. O noktadan sonra konuşmaya başladık ve kulüple pozisyonumu tanımlamak üzere görüşme fırsatı elde ettim. Çağdaş (Atan) ile iletişime geçtik, bana teknik ekibine kendi yöntemlerimle katılmak için kapıyı açtı ve bu fırsat için ona minnettarım. 

Aynı zamanda kulübe ve başkana da minnettarım. İlk görüşmemizin ardından başkan Alanya’da olmamı çok istedi. Bana oğlu gibi davrandı ve fırsat geldiğinde, “Şimdi gitme zamanın,” dedi. Bana söylediklerini ve fırsat geldiğinde verdiği desteği hiç unutmayacağım. Aynı zamanda ben ayrıldıktan sonra verdiği birkaç röportajında benim hakkımda söylediği şeyleri de unutmayacağım. Alanya şehri ve başkan her zaman kalbimde olacak. 

Salih Uçan ile yaptığım röportajda senin tutkulu bir insan olduğunu söyledi. Çocuksu bir yanın da varmış. Bu doğru mu?

Tutkuyla ilgili olarak söyleyebileceğim; gencim ve tabiî ki hayâllerim var. Ama bunun da ötesinde hayâllerim için sıkı çalışıyorum. 

Ben futbol oynamadım, babam topun yuvarlak mı kare mi olduğunu bilmez. Şu ana kadar yaptığım her şey kendimi daima sonuna kadar zorlamamın bir sonucu. Aynı duyguyu oyunculara da aktarmaya çalışıyorum. 

Futbol hiyerarşisinde en alttaki kısmı temsil ediyorum. Bu yüzden rahat olmayı, kendini vermek ve yoğunluk gibi konularda bir azalmayı kabul edemem. Diğerlerinden daha az çalışırsam benim onlarla rekabet etme şansım yok, çünkü daha az tecrübeliyim ve öncesinde bir kariyere sahip değilim. Bunu bir şekilde telâfi etmek zorundayım. Bu seviyede mücadele edebilmek için sıkı çalışmalı ve yeni fikirler getirebilmeliyim.

Francesco Farioli & Cagdas Atan

Çağdaş Atan ile sezon başında neler konuşmuştunuz? O da sen ve De Zerbi gibi aynı felsefenin bir temsilcisi miydi, yoksa futbola dair fikir ayrılıklarınız var mıydı?

Aynı futbolu seviyor ve aynı futbola inanıyoruz. Bu güzel bir eşleşmeydi. Bana büyük bir özgürlük alanı verdi ve yardımcı olmaya çalıştı. Yardımcı antrenörler olarak teknik direktörleri desteklemek için oradayız ve ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım. Birbirimizle karşılaştığımız için şanslıydık, çünkü genel olarak futbol prensiplerimiz örtüşüyordu. Topla oynamayı ve pres yapmayı seviyoruz.

Alanyaspor’da topa %70’ten fazla sahip olduğunuz maçları kazanmakta zorluklar yaşamıştınız. Rakibin sizi çok derinde karşıladığı bu maçlarda karşılaştığınız en büyük problem neydi?

Özellikle aralık ayından itibaren rakipler bizi derinde beklemeye karar vermişti. O dönem üç günde bir maç oynuyorduk ve yeterince antrenman yapmak için fırsatımız yoktu. Bence esas neden buydu. Bu aynı zamanda bu tip maçlar için doğru oyuncu profilini seçmekle ilgili. O dönemde özellikle bazı mevkilerde rotasyon yapacak kadar çok sayıda oyuncumuz yoktu, dolayısıyla bazı oyuncular yoruluyordu. Bence bu normal, çünkü antrenman yapmak için vaktimiz olmayan bir zamanda bu zorluklarla karşılaşmıştık.

İstanbul’daki Fenerbahçe maçı bu maçlardan biriydi. Hatta maçtan sonra Çağdaş Atan epey öfkeliydi ve bir büyük takımın bu şekilde oynamaması gerektiğini söylemişti. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Bir büyük takım kontratak futbolu oynayabilir mi sence?

Bana göre kulüpler antrenörünü seçmeden önce ne tarzda bir futbol izlemek istediklerine karar vermeliler. Ardından antrenör profiline karar vermeliler ve antrenör bu değerleri temsil etmeli. 

Büyük ya da küçük kulüp benim için fark etmez. Yetkililer sahada ne görmek istediklerine karar vermek zorundalar. Büyük kulüpler muhtemelen şampiyonluğa, kupalara ve sonuç almaya daha yakın olacaktır. Ama önünde sonunda oynamak istediği futbol hakkında karar vermesi gereken kulübün kendisidir. 

Buna uygun antrenörler şu, şu ve şu profilde... Kimi almalıyız? Oradan devam etmeli. Bu İtalya’da da yaygın değil. Kulüpler, yönetimler değiştiğinde ters yönü izliyor. Ama dürüst olmam gerekirse bu bana doğru gelmiyor. 

Dünyada ve Avrupa’da açık bir vizyonu olan kulüpleri takdir ediyorum. Bunun bir örneği Leipzig. Zihniyet, antrenör profili ve görmek istedikleri futbol konusunda çok netler. Bir başka muhteşem örnek Guardiola, Villanova ve Luis Enrique ile Barcelona. Bir şeyler değişiyor, evet. Ama ana fikir topa sahip olmak. Red Bull projesinde ise bütün takımlar önde pres yaparlar. 

Bence bu kulübün felsefesi ve vizyonuyla ilgili. Eğer bir büyük takım kontratak futbolu oynamak istiyorsa oynayabilir, bu bir seçimdir. Fakat yine benim inandığım şey şu ki, büyük bir takım öncü olma sorumluluğunu almalı ve diğerlerinin hatasını beklememeli. Benim kişisel tavsiyem bu.

Şampiyonluğa oynayan bir takımın antrenörü de olsam ya da şu anki gibi küme düşmemeye oynayan bir takımı da çalıştırsam ben tam olarak aynı şeyi yapardım. Çünkü önerdiğim yolun sonuç elde etmek için en uygun yol olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla kulüpler benimle hemfikir olup olmadığına karar vermeli (gülüyor).

Karagümrük'te bu sezon altı İtalyan oyuncunuz vardı. Bu durumun seni göreve getirmelerinde önemli bir faktör olup olmadığını merak ediyorum. Görüşmeleriniz nasıl ilerledi?

Başkan Süleyman (Hurma), İkinci Başkan Serkan (Hurma) ve futbol direktörü Murat (Akın) ile çok hızlı bir şekilde aynı noktada buluştuk. Belli tarzda bir futbol oynamaya karar vermişlerdi. Bu futbolu oynatmak için adaylar arasındaki en uygun seçenek olduğumu düşündüler. 

Bu durumda uyruğum ne kadar etkili oldu bilmiyorum, ama bu bence sadece fazladan bir özellikti. Çünkü benim oyunumu oynatan bir antrenör aradıklarını hissettim. İlk görüşmemizde ne tarz bir futbol görmek istediklerini söylediler ve ben de, “Benim sevdiğim tarz da bu,” dedim.

Oyuncularla yaptığım ilk toplantıda başkan, Serkan ve Murat da vardı. Her şeyi açıkladım ve şöyle dedim: “Bakın, benim inandığım ve bildiğim futbol bu. Bunun olumlu sonuçları olduğu gibi olumsuz sonuçları da var. Eğer hepimiz sorumluluklar üzerinde anlaşabilirsek sizi temsil etmekten ve bu takımın antrenörü olmaktan mutluluk duyarım.”

Bu tarz bir ilişkiyi mümkün kılan paylaştığımız bu bağ idi. Yaz boyunca yapılan oyuncu izleme süreci ve gelecek yeni oyuncular bu ortak vizyona göre belirleniyor. 

Öte yandan Alanyaspor başkanına müteşekkir olduğum gibi Süleyman Hurma, Serkan ve Murat’a da müteşekkirim. Çünkü 31 yaşındaki bir antrenöre bir Süper Lig takımını emanet etmek gibi cesur bir karar verdiler. Futbolda bu pek görülmez ve bu sorumluluğu alabildiğim için minnettarım.

İlk basın toplantımda da söylediğim gibi burada yapacağım şey her zaman bana duyulan güvenin karşılığını fazlasıyla vermek olacak. Bu yüzden bana duyulan bu güvenin karşılığını vermek için çalışıyorum. 

İtalya’da hiç kendi antrenman tesisleri ve stadyumu olmayan bir takımda çalışmış mıydın? Belki bu senin için yeni bir zorluktur.

Sassuolo’da antrenör ekibi olarak arada bir görevimiz vardı. Eski tesislerden yeni tesislere taşına sürecimiz olmuştu. Kulüp organizasyonundaki ufak şeyleri ayarlamak gibi bir imkâna sahiptik.

Elbette Karagümrük’te şu an yönetim yeni antrenman tesisi ve stadyumla ilgili çalışıyor. Aynı zamanda Karagümrük’te her şeyi halledebilmek için çalışıyorlar. Ben de bu süreçte kulübü desteklemeye ve yardımcı olmaya gayret ediyorum. Kulübe yakın olmaya çalışıyorum, çünkü bence günün sonunda bir teknik direktörün sorumluluğu her şeyi kapsar. Kulüpte dönen her şeyden sorumluyuz; oyuncular, antrenman, maçlar, sonuçlar… Ama aynı zamanda kulüp organizasyonu ve kararlar da buna dâhil. Son söz tabiî ki her zaman başkanda, ama biz de ihtiyaçları açıklamak ve fikirleri paylaşmak için proaktif olmalıyız. Söylediğim gibi, saha içinde oynamak ve saha dışını yönetmek epey benzer. Antrenman yöntemlerinde de kulüp yönetiminde de fikirler öne sürüyor ve enerji getirmeye çalışıyoruz.

Karagümrük'ü kendi oyun tarzın doğrultusunda çok çabuk dönüştürdün. Bunu nasıl başardın?

Karagümrük bana teklif getirdiğinde takımı ve oyuncuların çoğunu çok iyi biliyordum. Birkaç gün içinde takımı fikirlerime yaklaştırabileceğimi biliyordum, çünkü benim sevdiğim futbolu oynayabilecek kapasitede oyuncular vardı.

Ama dürüst olmam gerekirse bu değişimi beklediğimden de hızlı gerçekleştirdiler. Çünkü imzayı attığım günle ilk maçımız arasında sadece on günlük bir hazırlık kampı vardı ve bunun sadece üç gününde tam takımdık. Mesajı inanılmaz şekilde aldılar.

Rize’deki ilk maçımız oyun anlayışı açısından en iyilerden biriydi. Son kısmı kaçırmıştık ve bu bence sürecin son iki-üç haftasında fazlasıyla geliştiğimiz bir kısımdı. Ancak ne çalıştıysak oyuncularım onu yaptı ve çok da iyi yaptılar.

Rizespor maçında yanlış hatırlamıyorsam %73-74 topa sahip olan taraftık. Bu onlar için çok büyük bir değişimdi ve aralarındaki iletişimi daha o andan görebiliyordunuz.

14 oyuncudan Kovid sebebiyle yararlanamadığımız zamanlarda bile geriden oyun kurma ve topu domine etme fikrini geri kalan on maçta da görmek mümkündü. Beni en çok gururlandıran şey buydu. Oyuncuları ve yapıyı değiştirsek de genel fikir ve prensipler hep çok netti. 

Zor zamanlarda sahada kim olduğu fark etmeksizin kendimiz olmaya çalışmamız beni en çok gururlandıran şeydi.

Francesco Farioli Fatih Karagumruk CoachAA

Az önce de bahsettiğin gibi Göztepe maçından önce bir koronavirüs krizi yaşadınız. Çok sayıda oyuncuyu kaybettiniz ve birçok oyuncuyu sıra dışı rollerde kullanmak zorunda kaldınız. 3-1-4-2'ye geçtiniz. Jimmy Durmaz sol stoper olarak, Jeremain Lens ise sol iç olarak oynadı. Bu yeni pozisyonlandırmalara karşın futbol tarzınızı korumayı başardınız. Her bir oyuncu görevini çok iyi biliyor gibiydi. Galiba oyuncular üzerindeki ikna kabiliyetin hiç fena değil gibi, ne dersin?

Bu benim yeteneğimden mi, yoksa oyuncuların anlama kabiliyetinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum. 

Futbolu mevkilerden ibaret görmüyorum. Futbolun devamlılığı olduğunu düşünüyorum. Elbette Jimmy için 8 numarada, 10 numarada ya da kanatta oynamak stoper oynamakla aynı şey değil. Ancak bizim sahadaki her mevkiden istediğimiz şey aynı. Bağlantı her yerde aynı. Jeremain için de aynı şey geçerli. O doğal bir kanat oyuncusu, ama ne istediğimizi anlayan zeki bir oyuncu.

Tabiî ki her mevkinin farklı talepleri ve püf noktaları var. Ama genel olarak, özellikle topa sahip olduğumuzda, mesele birlikte ve bağlantılı olmakla ilgili. Bence en önemli şey bu.

Oyuncuları doğal mevkilerinde oynatmak adına en iyi durumumuzda değildik, ama oyunculardan fedakârlık yapmalarını istedik. Çünkü Göztepe’ye karşı oynayabilecek yalnızca on oyuncumuz ve altı akademiz oyuncumuz vardı. Bu sorunu takip eden beş maçta da yaşadık. 

Göztepe maçı belki de en iyi maçımızdı. 40 pas üzerine gelen birkaç aksiyonumuz vardı. Herkes işin içindeydi, bu muhteşemdi. Ben fikirlerimi karşıya geçirmeye çalışıyorum, bunun için antrenman yapıyoruz ve o maçta muhteşem bir geri dönüş aldım. Maçtan sonraki basın toplantısında bunun kariyerimin en zor ama aynı zamanda en güzel ânı olduğunu söylemiştim, çünkü oyuncularım zorluklara karşı tepki vermişti.

Bu zorlu dönem boyunca inanılmaz bir istek ve gurur ortaya koydular. Hepsi öne çıktı, Jimmy inanılmazdı, o gün maçta olan herkes muhteşemdi. O günü asla unutmayacağım. Eğer bir gün birine zorluklar karşısında nasıl tepki vermek gerektiğini anlatmam gerekirse Göztepe maçının 90 dakikasını göstereceğim.

Önceki konuşmalarımızın birinde Beşiktaş’a karşı olan maça otelinizin restoranında hazırlandığınızı söylemiştin. Bu bir hayli garip bir hazırlık toplantısı olmalı, bunun hakkında biraz daha detay verebilir misin?

Kim söyledi bunu sana? Ben mi söyledim? Hatırlamıyorum (gülüyor).

Evet, sen söyledin.

Ah, tamam! Gençlerbirliği’ne karşı sanırım cumartesi günü oynamıştık. Beşiktaş maçına hazırlanmak için çok az günümüz vardı. Restoranda bir taktik toplantı planladık. Biraz taktik bilgi vermek için beş-on dakikalık bir şeydi. 

Aynı zamanda Efe (Tatlı), Serhat (Ahmetoğlu), Egemen (Pehlivan) ve Aksel (Aktaş) gibi genç Türk oyunculara da oynama şansı verdin. Bence Karagümrük döneminde övgüyü en çok hak ettiğin konu bu. Bu oyuncular hakkında neler söylemek istersin?

Övgüyü oyunculara veriyorum, çünkü bunu hak ediyorlar. Ben onlara bir hediye vermedim.

İlk üç gün boyunca Efe’nin yüzünü tanımakta zorlandım, çünkü çok fazla oyuncu vardı. Bir gün antrenmanda maç esnasında ona çok yakındım ve yanımda Iniesta duruyormuş gibi bir hisse kapıldım. Ve o akşam toplantıda takıma şöyle söyledim: "Evet beyler, o henüz bir dakika bile oynamamış bir oyuncu belki. Ama bu şekilde çalışmaya devam ederse Iniesta olmasa bile Efe Tatlı olacak. O sadece antrenmanda sayıyı artırmak için bizle idmana çıkan bir akademi oyuncusu değil.”

Zamanla fırsat ona geldi. Galatasaray maçında on birdeydi ve maçın oyuncusuydu. Temel olarak her şeyi yapmıştı. Oyunculara ve oyuncuların arzusuna güveniyorum. Kimlikteki yaşı umursamıyorum. Mesele yaşla ilgili değil, mesele sahada ne yaptıkları ve planı nasıl uyguladıklarıyla ilgili. Ben Efe’den örnek verdim, sen Egemen’den bahsettin. Normalde santrfor olan, ama bazen 8 numara olarak, bazen kanat-bek olarak oynayan bir oyuncu. Serhat ve Aksel de aynı şekilde neredeyse tüm maçlarda bize iyi geri dönüşler verdiler.

Serhat’ı bir cümleyle anlatmam gerekirse en iyi mantaliteyle antrenman yapan oyuncu olduğunu söyleyebilirim. Her zaman istenileni en iyi şekliyle yapıyor. Bir pas tâlimini bile büyük bir ciddiyetle yapıyor ve ben bu tutuma bayılıyorum. Ne öğrenebileceğini anladı ve her pozisyonu sanki Şampiyonlar Ligi finalindeymiş gibi yaşıyor. Tabiî ki daha genç, hatalar yapacak, belki oynamayacak, belki de on bir oyuncusu olacak. Ama çalışma şekli muhteşem.

Bu yüzden genç yeteneklerle ilgili bir endişem yok. Bir teknik direktör olarak kulübün istediği sonuçları alma sorumluluğum var, ama esas sorumluluğum oyuncuları geliştirmek ve ben bu sorumluluğu seviyorum. Aynı zamanda görev yaptığımız ülkenin millî takımına oyuncuları hazırlamak da sorumluluklarımız arasında.

Zaten biliyorsun, ama birçok örnek verebilirim. Alanya’da da aynı şekilde Fatih, Umut, Efkan, Berkan gibi çok iyi genç oyuncuları Türk futboluna ve kariyerlerindeki bir sonraki basamak için hazırlamaya çalıştım.

Bu düşünce biçimine Katar’dan sonra ulaştım. Oyuncuları Dünya Kupası için hazırlıyorduk. Benzer şekilde Sassuolo’da da bizim yaptığımız çalışmalar sonucunda oyuncular 30-40 milyon euro'ya satılıyor. Umarım Karagümrük’te ve çalıştığım her yerde bu tarz oyuncu satışları yapabiliriz. Sürdürülebilir olmak için oyuncuları gelecekte satmak için hazırlayabilmeliyiz. Belki de işimizin esas kısmı bu. 

Türkiye’de sahada bulunabilecek yabancı oyuncu sayısı hakkında devam eden bir tartışma var. Yabancı bir antrenör olarak bu tartışma hakkında ne düşünüyorsun?

Tüm kurallar ve kararlar bir şekilde etki edecek. Bence alışkanlıkların kuralların üstüne geçtiği senaryolar yaratmalıyız. Belirli şeyleri uygulamak için kurallara ihtiyacımız yok.

Ben yabancı oyuncularla Türk oyuncuları ayırmıyorum, bana göre onlar sadece oyuncu. Benim için fark etmiyor. Elbette kurala karşı oynarsak maçı kaybederiz (gülüyor). Ama yaş için söylediğim şeyler uyruk için de geçerli.

Eğer oyuncu iyiyse, bana göre iyi oyuncu oynamalı. Bu kuralın arkasındaki motivasyonu anlamak kolay, ama bir noktada olumsuz yönleri olacağı kesin. Bir noktada rekabet sadece Türk oyuncular arasında olacak. Kendi aralarında rekabet edecekler, ama diğerleriyle etmeyecekler. 

Bilemiyorum, görmemiz lâzım. Kural onaylandı. Ama tartışma hâlâ devam ediyor. Bana göre yaşı ya da uyruğu fark etmeksizin en iyi oyuncu sahada olmalı. 

Avrupa’nın diğer liglerine kıyasla yaş ortalaması en yüksek ligin Süper Lig olmasına karşın EURO 2020’deki en genç takım Türkiye. Bu çelişki hakkında neler söylemek istersin?

Garip bir durum. Ama bu Türkiye’de çok fazla yetenekli genç oyuncunun olduğu anlamına geliyor, buna tamamen inanıyorum ve Türkiye’ye pozitif bir gözle bakmamın sebebi buydu. Yetenek ve futbola dair doğal sezgi seviyesi inanılmaz. Dürüst olmak gerekirse bana göre Türkiye bu konuda Avrupa’nın en iyilerinden biri. 

Türk oyunculara çok fazla süre vermiyoruz, bana göre çoğu kendi alanını ve zamanını bulmayı hak ediyor. Yapmaya çalıştığımız ve gelecekte yapacağımız şey, futbol oynamak için tecrübeli oyuncuya ihtiyaç olduğu fikrini değiştirmek. Avrupa’nın en büyük beş ligindeki takımlar 18 yaşındaki oyuncularla oynayabiliyorlarsa biz neden 18 yaşındaki oyunculara bu fırsatı veremeyelim?

Elbette oynamaya hazır olmak zorundalar. En hazır kimse o oynamalı. Bu bir sorumluluk, ama Türk futbolunun Türk yeteneklerle dolu olduğunun farkında olmalıyız. TFF 1. Lig ve 2. Lig'de de çok iyi oyuncular bulabilirsiniz.

İtalya’da, “Komşunun bahçesi her zaman daha yeşil görünür,” deriz. Buna katılmıyorum, kendi pazarımızda da yetenek bulmalıyız. Bu ortak bir sorumluluk. Akademide nasıl çalıştığımız, oyuncuyu belirli bir seviyede mücadele etmek için nasıl hazırladığımız ve bu tarz şeyler. 

Bence Türkiye’de biz, “biz” diyorum çünkü bu süreçte kendimde sorumluluk hissediyorum, bu adımı atmak için bir fırsata şu an sahibiz. Çünkü daha sonra çok geç olacak. Türkiye, yıllar önce olduğu gibi Avrupa’da mücadele etmek istiyorsa dışarıdan önce içeriye bakmalı. Yetenekleri geliştirmeye ve onları ligde tutmaya başlamalı. Elbette en iyi yetenekler dünyadaki en iyi takımlara gidecektir, ama dünyanın en iyi takımı neden Türkiye’de olmasın? Çünkü sahip olduğunuz gelenek, destek, sevgi ve etki çılgınca.

Bu sorumlulukla yaşamalı ve Türk futbolunu hak ettiği standartlara taşıyacak ortamlar yaratmalıyız. Umarım bu sürecin bir parçası olabiliriz.

Türkiye’de çalışan bazı yabancı antrenörler, Türk futbolundaki en büyük sorunun taktikler ve organizasyonlarla ilgili olduğunu söyledi. Buna katılıyor musun, senin gözlemlediğin başka sorunlar var mı?

Futbol her yerde futboldur. Büyük farklılıklar görmüyorum. İtalya’da diğerlerinden farklı yönde çalışan antrenörler bulabileceğiniz kesin, ama yine de futbol her yerde futboldur. Ufak farklılıklar da olsa zorluklar aynıdır. Dürüst olmak gerekirse Türkiye’ye dair özel bir şey görmüyorum. Ya da İtalya böyle, Türkiye şöyle diyecek kadar büyük bir fark yok. Bana göre futbol on bire on bir oynanan bir oyun ve oyunun ihtiyaçlarına göre oynamak durumundayız.

Reklam