Cagdas Atan Alanyaspor Head CoachGOAL

ÖZEL | Çağdaş Atan: Bir misyon sahibi değilim, önder olmayı sevmiyorum; ama bazı şeyleri değiştirmeliyiz


ÖZEL | Onur Özgen @ozgenonur


8 Mart 2003. İzmir Atatürk Stadı'nda Göztepe ve Altay karşı karşıya geliyor. İki ezelî rakip, on sekiz yıl boyunca Süper Lig'de bir daha karşılaşamayacak, ama tribündeki hiç kimse henüz bunun farkında değil.

Tribündekilerden biri de benim. 13 yaşındayım. Babamla birlikte maçı izliyoruz. Babam resmî bir görevle orada; Beşiktaş için oyuncu izliyor. Ben ise onun raporlarını tutmasına yardım ediyorum. Belki de o gün futbol tarihinin en genç gözlemcisiyim.

Maçta gözlemlediğimiz üç oyuncu var, üçü de Altay'da oynuyor: Sinan Kaloğlu, İbrahim Akın ve Çağdaş Atan. Babamın Sinan için olumsuz rapor verdiğini hatırlıyorum. Set oyununda zayıf olduğunu ve bu yüzden büyük takımda yapamayacağını düşünüyor. İzmir'de yetişen golcülerden Hasan Kabze ve Necati Ateş'i daha çok beğeniyor. Ben ise uzaktan şutlarıyla İbrahim'e bayılıyorum. "Baba, Beşiktaş bu adamı mutlaka almalı," dediğimi anımsıyorum. Altay maçı 2-0 kazanıyor, gollerden birini İbrahim atıyor. 

Ardından ayrı dönemlerde olmak üzere üç oyuncu da Beşiktaş'a transfer oluyor. İlk önce Sinan, Beşiktaş'ın yolunu tutuyor. Babam her ne kadar Necati ve Hasan'ı beğense de, kulüp yine de Sinan'ı tercih ediyor, diğer ikisi ise Galatasaray'a gidiyor. Bir sonraki sezon da İbrahim ve Çağdaş, Beşiktaş'a geliyor.

O maçta Çağdaş Atan hakkındaki izlenimimin ne olduğunu ise hatırlayamıyorum. 13 yaşındayken savunmacıların ne yaptığı pek ilgimi çekmiyor olsa gerek. Ama ne olursa olsun onun ilk gözlemcilerinden biriyim. Belki de tuttuğum notlarla Beşiktaş'a gelmesinde küçük de olsa pay sahibi bile olabilirim. 

İşte şimdi yıllar sonra bir daha buluşuyoruz. Bu defa ben genç bir gazeteci, o genç bir antrenör. EURO 2020'ye yarı final maçları öncesinde iki günlük ara verilmiş. O arada Alanya'da bir araya geliyoruz. Ve konuşmaya başlıyoruz. Uzun bir sohbet olacak.

Oyunculuk mu, yoksa antrenörlük mü sizin için daha zevkli?

Bunları birbirinden ayırmak gerçekten çok zor. Ben ikisine de tutkuyla bağlıydım. Şöyle bir anımı anlatayım; biz bir aile apartmanında oturuyorduk ve evimizin yanında okuduğum ilkokul vardı. Topumuzu alıp sürekli bahçesinde oynardık. Bir gün tek başıma merdivenlerden iniyordum. 12, 13 ya da 14 yaşlarımdaydım, yani kendimi bildiğim bir yaştı. Top elimdeydi, bir an durdum ve kendi kendime, “Allah’ım, ben futbolcu olmazsam gözüm açık giderim!” dedim. Bana bu cümleyi o anda ne söyletti bilemiyorum, ama cidden bunu dedim. O yüzden futbolculuğun yeri bende başkadır.

Ama futbol oynarken, özellikle otuzlu yaşlarımdan sonra antrenörlük yapmayı çok fazla istedim. Bu mesleğin karizmasına, önemine ve insanlara verdiği mesaja inanan bir futbol adamıyım. O yüzden antrenörlüğün de bende ayrı bir yeri var. İkisinin de aynı öneme sahip olduğunu düşünüyorum.

Zevk anlamında ise futbolculuk daha kolay diyebilirim. İşinizi yapıyor ve gidiyorsunuz. Ama antrenörlük biraz daha zor. Yöneticilik yeteneklerinizi futbol bilginizle harmanlamanız gerekiyor. Sahada oyuncularınızın yapmış olduğunuz çalışmaları ve vermiş olduğunuz taktikleri uyguladığını görmeniz sizi daha çok mutlu ediyor. Bu açıdan antrenörlük biraz daha zevkli diyebilirim, ancak stres anlamında yükü de çok fazla.

Antrenörlük yapmaya otuzlu yaşlarınızdan sonra mı karar vermiştiniz?

Aslında tam öyle olmadı. 28-29 yaşlarımda Basel’de oynarken Roma ile bir Avrupa kupası maçında oynamıştık. Onların bir hücum seti vardı. Ben de bunu maç esnasında fark etmiştim, ama rakip analizinde görmemiştik.

Başlarında kim vardı o zaman? Luciano Spalletti olabilir mi?

Spalletti olabilir, evet. Bahsettiğim hücum setini uygulayan oyuncular ise Francesco Totti ve Marco Borriello idi. Orta sahaya bir pas atıldı, Totti iki kaleyi de görür pozisyondaydı, tekte savunmanın arkasına beklenmedik bir uzun top attı ve Borriello bu koşuya hazırdı. Bize böyle bir gol atmışlardı, ben de bu hücum setini o gün oyuncu iken aklıma kazımıştım.

O dönemde Thorsten Fink ile çalışıyorduk, bana çok önemli katkıları olmuştu. Barcelona’nın oyun tarzını benimsemiş bir antrenördü, ama biz daha çok 4-4-2 gibi oynuyorduk. Topa çok sahip olan, kaybettiği yerde agresif baskı uygulayan bir takımdık. O sezon şampiyon da olmuştuk. Bu oyun tarzını benimsemem ve antrenörlüğe kafa yormam o dönemde başlamıştı.

Türk futbolcuların neredeyse Avrupa’ya hiç gitmedikleri bir dönemde Avrupa’ya transfer olmuştunuz. Ve ilk olarak Energie Cottbus’ta, ardından Basel’de oynamıştınız. Özellikle Cottbus’a birçok Türk oyuncu burun kıvırabilirdi, ama siz bunu yapmamıştınız. Bu deneyim size neler katmıştı?

Benim o konuda biraz aykırı bir tarzım var. Beşiktaş’tan da olaylı bir şekilde ayrılmıştım, sonra Trabzonspor’a gitmiştim. Orada özellikle ikinci sezonumda çok iyi oynarken millî takıma çağrılmadığımı öğrenmiştim. Beşiktaş’a gelmeden önceyse Denizlispor’da iki kez millî formayı giymiştim. Bakış açımı değiştireceğini ve tekrar millî takıma çağrılabileceğimi düşünerek Avrupa’ya gitmiştim.

Açıkçası bunun için kazancımın yarısını da silmiştim. Yani Trabzonspor’da kazandığım paranın yarısına Almanya’ya gitmiştim. Benim için çok radikal bir karardı, belki ekonomik olarak beni zorlamıştı, ama şimdi dönüp baktığımda iyi ki gitmişim diyorum. Bana çok şeyler kattı, özellikle insan ilişkileri konusunda kazanımlarım oldu. Mesela oraya gitmeden çok fazla alıngan biriydim. Arkadaşlık ilişkilerine çok önem verirdim. Bir sorun olduğunda çabuk küsen, çabuk morali bozulan, duygusal birisiydim. Ama orada Avrupalı insanların dürüstlüğünü ve dobralığını gördükten sonra bu alınganlığın yersiz olduğunu anladım. Daha soğukkanlı davranmaya başladım. Bir hatam olduğunda bana direkt olarak söylüyorlardı, sonra ilişkilerimiz normal bir şekilde devam ediyordu.

Maalesef Türkiye’de böyle olmuyor. Bilmediğin bir adresi sorduklarında bile, “Bilmiyorum” diyemiyorsun. Türkler olarak “hayır” demeyi bilmiyoruz. Bunları orada öğrenmeye başladım. Ayrıca yabancı dilim de gelişti. Hem Almanca öğrendim hem de İngilizcemi ilerlettim. Gerçi şu an Almancayı biraz unuttum (gülüyor). Ama İngilizceyi sürekli kullanıyorum. O sebeple bana çok faydası oldu.

Cagdas Atan BaselGetty Images

Bir röportajınızda, çalıştığınız antrenörler arasında en çok Vicente Del Bosque ve Thorsten Fink’ten etkilendiğinizi söylüyorsunuz. İkisi de topa sahip olmayı seven antrenörler. Herhâlde tesadüf olmasa gerek.

Aslında kariyerimin başlarında fiziksel olarak Alpay Özalan’a benzetiliyordum. Ama sonradan geriden oyun kurmaya başlayan daha farklı bir oyuncuya dönüştüm. İyi bir sol ayağım vardı, uzun top atmayı da seviyordum. Basel'e transfer olma sebebim buydu. Orada verdiğim bir derin pasla blokları kırmanın ne kadar kıymetli olduğunu anladım ve bu aklımda yer etti. Önemli antrenörlerle çalışınca bu oyunun gerçekten önemli bir oyun olduğunun farkına vardım ve öğrendiklerimi antrenörlükte uygulamaya başladım.

Tabiî ki Sergen Yalçın ile ilk çalıştığımızda böyle bir oyun tarzımız yoktu. Gün geçtikçe bu tarzı benimsemeye başladık ve antrenmanlarda bunun üzerinde durduk. Ama en başından beri inandığım oyun tarzını uygulamaya çalışıyorum. Sahada da bunları yapabildiğimiz için mutluyum. Çünkü antrenörlük bir aktarım işi. Kafanızda bir sürü oyun planı olabilir, ama bunu sahaya dökemiyorsanız büyük sıkıntılar yaşarsınız.

Peki Jean Tigana? Sizi savunma önünde oynatmak istemişti ve yanlış hatırlamıyorsam Emmanuel Petit’ye benzediğinizi söylemişti.

Evet, benim için gerçekten çok eğitici bir antrenördü. Şimdi bu tabirleri pek doğru bulmuyorum, ama bana o zaman hakikaten bir baba gibi davranmıştı. Beşiktaş’ta o dönemler benim için sallantılı geçmişti. Taraftarların beni ön liberoda gördükleri ilk maçta verdikleri tepkiyi çok iyi hatırlıyorum. Benim için kolay zamanlar değildi, ama o hep arkamda durmuştu. Orta sahanın ve stoperin yanı sıra beni sol bekte de oynatmıştı.

Değişik bir adamdı. Kendine has bir sistemi vardı. Tipik bir Fransız gibiydi diyebilirim. Gerçekten çok iyi bir antrenördü. Benim ayrılmamdan sonraki ikinci sezonunda da Beşiktaş'ta fena işler yapmamıştı. Benim için kesinlikle önemli bir antrenör, ama yine de beni oyun anlamında Del Bosque ya da Fink kadar etkilediğini söyleyemem.

Sergen Yalçın ile oyun anlayışlarınız birbirine benziyor. Peki karakterleriniz için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bana epey farklıymışsınız gibi geliyor.

Aslında birebir zıtız (gülüyor). Beşiktaş’ta birlikte oynarken o benim Sergen ağabeyimdi, yani ilişkimiz iyiydi. Ondan sonra onun yardımcı antrenörü oldum. Ondan çok beslendim, o da beni sahanın içinde çok özgür bıraktı. Futbolu yeni bırakmıştım, henüz antrenörlük lisansım yoktu, ama beni ekibine almıştı. Üç haftalığına Gaziantepspor'a gitmiştik ve çok önemli bir Eskişehirspor maçı oynamıştık. Yenilen takım küme düşecekti ve 0-0 berabere kalmıştık. Yalnızca üç haftalık bir dönem olduğu için kondisyoner götürmemiştik, bu yüzden maç öncesinde oyuncuları ben ısındırmıştım. Antrenörler çok iyi bilir ki, eğer o birikiminiz yoksa ısınma antrenmanı dünyanın en zor şeylerinden biridir.

Birbirimize inanmaya başladıktan sonra fikir alışverişlerinde bulunmaya ve birbirimizi etkilemeye başladık. Sergen Yalçın değişik bir karakter, farklı bir gözü var. Ben ise ondan farklı bir karaktere sahibim, farklı bir bakış açım var. Ama temel olarak ikimiz de topa sahip olmayı seviyoruz, uzun topla oynamayı çok fazla tercih etmiyoruz, yani oyun anlayışlarımız bu noktada örtüşüyor. Pres konusunda ise kendimin biraz daha agresif olduğunu düşünüyorum. Ben ön alan baskısını daha çok seviyorum, ancak Sergen Hoca bazen daha kontrollü oyunlar oynatabiliyor.

Ondan neler öğrendiniz?

En çok bir şeyler öğrendiğim konu kriz yönetimi oldu. Oyuncular problemler yaşadığında veya kulüpte işler iyi gitmediğinde yaptığı müdahaleler ve takındığı tavır beni epey etkilemişti. Ayrıca oyuncuları farklı pozisyonlarda ve rollerde kullanabilme özelliğini de çok beğeniyorum. Onun bu özelliklerini kendi antrenörlük kariyerimde de kullanmaya çalışıyorum.

Cagdas Atan & Sergen Yalcin Besiktas Alanyaspor 04/07/21Depo Photos

Geçtiğimiz haftalarda Francesco Farioli ile röportaj yapmıştık ve ona biraz da gazetecilik refleksiyle birlikte çalıştığınız dönemde fikir ayrılıklarınız olup olmadığını sormuştum. Kesin bir dille ikinizin aynı futbolu sevdiğinizi ve aranızda iyi bir uyum olduğunu söylemişti. Siz onun hakkında neler söylemek istersiniz? Sizin oyununuza ne gibi katkıları olmuştu?

Ben yardımcı antrenörlük dönemimde bile bir ekip kurmuştum zaten. Buraya geldiğimizde ise Alanyaspor ligi beşinci sırada bitirmiş bir takımdı, yani bizim işimizi zorlaştıracak bir seviyede bulunuyordu. Biz de kulüple beraber teknik ekibimizi güçlendirme kararı almıştık. Francesco ile alâkalı bir teklifte bulunmuşlardı, sonra o gelip bana burada bir sunum yapmış ve analizlerini göstermişti. Geriden oyun kurmayı ve oyun kurulumunda kaleciyi kullanmayı sevdiğini söylemişti. Dolayısıyla oyun anlayışı olarak birbirimizle örtüştüğümüzü fark etmiştik.

Farioli’nin önemli bir futbol insanı olduğunu düşünüyorum, birbirimizden çok beslendik. Ona çok şey kattığımı düşünüyorum ve bundan sonraki kariyerinde de başarılar diliyorum. Ama bu konuda biraz kendi ekibime haksızlık yapıldığını düşünüyorum. İtalyan bir kondisyonerim ve Portekizli bir kaleci antrenörüm var, ama Türk antrenörlerden oluşan ekibimiz de çok kaliteli. Beyin takımı olarak niteleyebileceğimiz diğer yardımcılarıma biraz haksızlık yapıldığı görüşündeyim. Ne yazık ki başarının ödülünü sadece Francesco almış gibi oldu.

O kesinlikle çok çalışkan ve bulunduğu yeri hak eden bir adam ve bir kez daha ona başarılar diliyorum, ama ekibimdeki Mustafa Keçeli, Hasan Fırat veya aramıza yeni katılan Murat Özkütükçü gibi antrenörler de ileride Türk futboluna damga vuracak kapasitedeler. Bana da çok katkıda bulunuyorlar.

Türkiye’de antrenörler maç önü ve sonlarında genellikle basmakalıp cümleler kullanırlar. “Bugün iyi mücadele etmemiz lâzım”, “Rakibimiz güçlü bir takım” gibi. Siz ise bu konuda bir farklılık getirdiniz. Birçok maçtan önce nasıl oynayacağınızı ve taktiksel planlarınızı açık bir şekilde anlatmayı tercih ettiniz. Bunu yapmanızdaki temel amacınız nedir?

Maçtan önce nasıl oynamak istediğimi söylediğimde, “Yahu bu adam deli mi nasıl oynayacağını açıklıyor” diyenler oldu. Ama bunu yapmamdaki asıl amacım kendime bir mesaj vermekti. Maçta neler hedeflediğimizi anlatmak, bir haftalık süreçte neye hazırlandığımızı açıklamak amacıyla bunu yapıyorum ve maçta da bunları ne kadar başarabildiğimizi görmek istiyorum. Yani bir nevi kendi antrenörlüğümü test ediyorum. Çoğunlukla da bunları başardığımızı görüyoruz ve bu bizi mutlu ediyor. Yapmak istediklerimizi sahada uygulayamadığımız zamanlarda ise kendimizi sorguluyoruz.

Biliyorsunuz, lisans problemlerinden ötürü geçtiğimiz sezon basın toplantılarına çok fazla katılamadım, genellikle önemli maçlardan önce konuşmayı tercih ettim ve bu karşılaşmalarda da planlarımızı sahada uygulayabildiğimizi gördüm, bunlar bizim için önemli sınavlardı. Bazı maçlardan sonra ise tartışmalar yaşandı. Aslında tartışma da demeyelim, örneğin Fenerbahçe maçından sonra kendi fikirlerimi anlatmıştım. Kesinlikle Fenerbahçe’nin büyüklüğünü gölgelemek niyetiyle konuşmamıştım. Kendimce büyük bir takımın nasıl oynaması gerektiği hakkındaki düşüncelerimi anlatmıştım. Erol Bulut ile hiçbir problemim yoktu, o da bu konuda farklı düşündüğünü dile getirmişti.  Ayrıca ben maçlardan sonra, “Bu pozisyon ofsayt mıydı, penaltı mıydı?” gibi tartışmalar yerine oyunun taktiksel yönünü tartışmanın daha keyifli olacağını düşünen bir insanım. “O maçtan sonra bir mektup yazdım, kimse zarfı açıp okumadı,” diyebilirim. Sözlerim farklı algılandı.

Bizim bazı düşüncelerimiz ve denemelerimiz var, bu yolda ilerlemeye devam edeceğiz. Sosyal medyayı da takip ediyorum ve özellikle bu Avrupa Şampiyonası'nda bilginin ne kadar hızlı yayıldığını çok net bir şekilde gördüm. Artık futbolda işler çok hızlı değişiyor, altı ay önce etkili olan bir oyun bugün tamamen etkisiz kalabiliyor. Ben de artık antrenörler futbol üzerine konuşurlarken insanların onlardan neler beklediğini az çok görebiliyorum. Çağı yakalamaya ve buna uygun bir şekilde konuşmaya çalışıyorum. Böyle devam edeceğim.

Lisans sorununuz bu sezon da devam edecek mi? Basın toplantılarına katılmak konusunda yine sorun yaşayacak mısınız?

Bir kurs açılmasını bekliyoruz. Federasyona başvurumuzu yaptık. Şu an bu işle Oğuz (Çetin) Hoca ilgileniyor. Lig başlamadan önce bir kurs açılmasını ve bu problemin artık ortadan kalkmasını bekliyorum. Açıkçası bu prosedürün güncel hâliyle gereksiz olduğunu düşünüyorum. Sadece maç önü ve sonunda açıklama yapamamamız değil, maçlarda taktığımız yaka kartına kadar birçok şey anlamsız geliyor.

Biraz da taktiksel detaylarla ilgili konuşmak istiyorum.

Bayılırım (gülüyor).

Birebir savunmayı alan markajına tercih etmenizin sebebi nedir?

Alan savunması yaptığımız ve devamlı rakibi karşılamaya geçtiğimiz zaman takımımızın agresiflikten ve temastan uzaklaştığını gördüm. Çünkü o zaman bir alana yerleşiyorsunuz ve devamlı topa göre pozisyon alıyorsunuz. Top kapmaktan ve temastan tamamen uzaklaşıyorsunuz. O yüzden şimdiye kadar bu oyunu hiç tercih etmedim.

Futbolcuyken özellikle büyük takımlarda oynadığım oyun tarzını antrenörlüğümde de bir paydada birleştirmek istiyorum. Bu deneyimlerime dayanarak önde baskının çok önemli olduğu kanısına vardım. Ama biz bir Anadolu takımıyız, kadrosu bizden güçlü olan takımlar var. Geride birebir kalmadığımız takdirde bu takımların orta sahada bizi çok kolay kırabileceklerini, istedikleri boşlukları bulabileceklerini düşünüyorum. O yüzden sahanın her yerinde birebir eşleşmeleri görmekten keyif alıyorum.

Avrupa’da hangi takımlar size ilham veriyor? Örneğin pres anlayışınızın Gian Piero Gasperini’nin Atalanta’sına ve Marcelo Bielsa’nın Leeds United’ına çok benzediğini düşünüyorum.

Tabiî ki etkilendiğim antrenörler oldu, bunu uygulayan isimlerden biri olarak Gasperini ve Bielsa’yı sayabiliriz. Özellikle Gasperini’den çok etkileniyorum. Massimiliano Allegri’nin Juventus’undan da etkilendiğimi söyleyebilirim. O zamanlar 3-5-2 üzerine bir oyun kurgulama düşüncesi aklımı bir hayli meşgul ediyordu. Ama buraya geldiğimizde takım ligi beşinci sırada bitirmişti ve belirli bir oyun düzeni vardı. Bunun yanı sıra 3-5-2’deki tempoyu ve birebir eşleşmeleri kaldırabilecek düzeyde bir oyuncu grubumuz yoktu. Dolayısıyla düzeni fazla bozmamaya çalışarak 4-3-3’e döndük. Ama ondan sonra bazı denemelerimiz oldu. Örneğin ligin son haftasında top bizdeyken 3-2-5 şeklinde dizildik ve iki kere de rakibi üçlü karşıladık. Onun dışında rakibi karşılarken 4-3-3 ve 4-4-2 gibi düzenlere başvurduk. Böyle denemeleri seviyorum, ama birebir eşleşmelere dayalı önde baskı benim olmazsa olmazım diyebilirim.

Marcelo Bielsa & Gian Piero Gasperini GFXGetty Images

Bu oyun tarzı seyrederken çok keyifli, ama kendi içinde bazı riskleri de barındırıyor. Örneğin Atalanta ve Leeds United, bu anlayışları sayesinde geçen sezon birçok maçta farklı galibiyetler aldılar, ama aynı şekilde ağır mağlubiyetler de tattılar. Sizin ise geçen sezon farklı kaybettiğiniz bir maç hatırlamıyorum.

Evet, ligin kalesinde en az şut gören ikinci takımıyız. Son haftalara kadar birinci sıradaydık, ama hedeflerimizden uzaklaşmamız ikinciliğe gerilmemize yol açtı. Ayrıca uzun bir süre ligin en az gol yiyen takımıydık. Dolayısıyla birebir eşleşmelere dayalı ön alan baskısını iyi uyguladık diyebilirim. Bir bölgeye yoğunlaştığımız zaman diğer bölgedeki oyuncumuzu boşta bırakıp bu şekilde içeride sayısal üstünlüğü ele geçirdiğimiz zamanlar oldu.

Ama bazı tecrübeli oyuncuların yıllardır oynadıkları ve alışkın oldukları bir oyun var.  Ya da büyük takımlarda oynamamış, kariyerini küme düşmemeye oynayan takımlarda veya orta sıra takımlarında geçirmiş oyuncularımız var. Dolayısıyla oyunu kendi yarı sahalarında kabul etmeye alışmışlar, bu oyuncuları konfor alanlarından çıkarmak kolay olmadı. İlk etapta birebir baskıda oyuncuları geriden ileri itemediğimizi gördük. Sonrasında transferlerde buna dikkat etmeye çalıştık. Kendi kendimize, “Tecrübe mi, yoksa dinamizm mi?” diye soruyoruz. Tecrübeli oyuncular hangi tecrübeye sahip? Kapanan takımlarda oynamaya mı, yoksa oyunu rakip sahaya yıkıp önde oynamaya mı alışkınlar? Transferde bunlara dikkat ediyoruz. Mesela Kızılyıldız’dan gelen Nemanja Milunovic, orada şampiyonluğa oynuyordu, dolayısıyla oyunu önde oynamaya alışkındı. Bizden giden stoperler de gayet iyi oyunculardı, hız olarak ortalamanın üzerindelerdi.

Futbol anlayışımızın oyuncular üzerinde gerçekten çok büyük bir yükü var, ama birebir eşleşmeleri iyi yaptığınız zaman ve baskıyı doğru yerde başlatıp merkezden kırılmadığınız zaman çok fazla problem yaşamıyorsunuz. Bazen tabiî ki biz de sorun yaşadık, ama ligin geneline baktığımızda iyi bir iş çıkardığımızı düşünüyorum. Çok talihsiz goller yediğimizi de söyleyebilirim. Ama kalemizde çok gol pozisyonu vermedik.

Az önce değindiğiniz gibi geçen sezonun başında bambaşka bir oyuna geçtiniz. Erol Bulut'un tamamen topsuz oyun odaklı bir anlayışı vardı, siz top odaklı bir oyuna geçtiniz. Ya da Bulut’un rakibi orta blokta karşılayan bir takımı vardı, siz ön alan baskısı uygulayan bir takım yarattınız. Oyuncuları bu oyuna ikna ederken ne gibi zorluklar yaşadınız?

Aslında çok fazla zorluk yaşamadık. Bu futbolu oynamak istediğimizi videolarla ve örneklendirmelerle oyunculara gösterdik, ilk etapta bunu pek gerçekçi bulmadıklarını gördük. Sürecin başında başarılı olamadığımız dönemler de oldu. Ama her akşam antrenman analizleri yaptık ve kendi takımımızın görüntülerini, iyi takımların görüntüleriyle destekledik. Bu süreçte oyuncularıma söylediğim tek bir şey vardı: “Bu oyunu oynayabildiğinizi hayâl edin!”

Türkiye’de çoğu takım rakibini 4-2-3-1 veya 4-4-2 şeklinde karşılıyor ve önde baskıyı çok fazla benimsemiyor. Biz bu baskıdan çok kolay bir şekilde çıkabileceğimizi düşündük ve bu oyunu oynayabileceğimizi oyuncularımıza hayâl ettirmeye çalıştık. Bir hafta içerisinde Rizespor'a karşı bir maç oynadık ve 3-0 kazandık. Oyunu geriden başlattığımızda kulübede sanki gol atmış gibi seviniyorduk. Çünkü bu, oyuncuları ikna edebildiğimiz anlamına geliyordu. O dönemler çok kritikti, zira hata yaptığımız takdirde oyuncuları bu oyuna ikna edemeyecektik. Onlara devamlı hayâl etmelerini ve bu oyunu oynayabilecek kaliteye sahip olduklarını söyledik. Bir süre sonra bu oyundan ne kadar keyif aldıklarını kendileri de gördüler.

Başlangıç olarak oyuncularıma söylediğim bir diğer şey de şuydu: “Benim derdim kontrat almak değil, sizin değerinizi ve kontratlarınızı yükseltmek.” Ve bunu çoğu oyuncumuzda başardık. Oyuncularımız da onlara verdiğim sözü tuttuğumu görmüş oldular. Büyük takımlara giden ve piyasa değeri çok fazla yükselen oyuncularımız oldu. O yüzden bu oyunu oynamaya ve oyuncularımızın değerine değer katmaya devam edeceğiz

Röportajlarda ya da basın toplantılarında en sevmediğim şey, gazetecinin soru sormak yerine kendince bir analiz yapıp karşısındakine bunu doğrulatmaya çalışmasıdır. Ama sizi bulmuşken dayanamayıp bu sevmediğim şeyi şimdi de ben yapacağım. Bir gözlemim üzerine sizinle konuşmak ve ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. Şöyle ki; Türkiye’de kabaca iki antrenör grubunun olduğunu düşünüyorum: Duygulardan bahsedenler ve akıldan bahsedenler. Bana iki grubun da bir handikapı var gibi geliyor. Duygulardan bahseden ve çoğunlukta olan ilk grup, stratejiyi ve organizasyonu geri planda tutuyor. Akıldan bahseden azınlıktaki diğer grup ise futboldaki insan faktörünü, yeteneği ve doğaçlamayı yok sayıyor. Oysa futbolda duygu ve akıl birlikte yürümeli. Yani strateji ve doğaçlama bir arada olmalı. Futbol tarihine geçen takımların alâmetifarikasının bu olduğunu düşünüyorum. Bence Total Futbol anlayışının en büyük başarısı da bu iki zıtlığı bir araya getirmesiydi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Çok uzattım ve dediğim gibi sevmediğim bir şeyi yaptım, kusura bakmayın lütfen.

Rica ederim. Söylemeye çalıştığınızı çok iyi anladım. Eğer büyük bir takımsanız öncelikle sahada taktik olarak çok güçlü olmanız lâzım. Aynı zamanda teknik olarak da güçlü olmalı ve iyi bir oyun planına sahip olmalısınız. Bunlar olmadan başarının gelmeyeceğini düşünüyorum, ama bunları ne kadar iyi yaparsanız yapın coşku ve duygu gibi eklemeleri yapamazsınız başarılı olamayacağınızı düşünüyorum. Yani ben akıl ve duyguyu aynı potaya koyanlardanım. Futboldan çok uzaklaşıp felsefe boyutuna gidenlerden değilim. Ama sadece, “Hadi aslanlarım, çıkın oynayın!” diyenlerden de değilim.

Tabiî ki taktiksel olarak güçlü olmamız gerektiğine inanıyorum, ama günün sonunda muhakkak gol attığına sevinen, gol kaçırdığına üzülen, topu kaybettiğinde sinirlenen bir takımın başarılı olabileceğini düşünüyorum. Bence buna en iyi örnek olarak İtalya'yı gösterebiliriz. Ulusal marşlarını ne kadar coşkulu okuduklarını hepimiz görüyoruz , ama aynı zamanda çok güçlü bir taktik anlayışları var ve saha içerisinde çok disiplinler.

Biz ise İstiklâl Marşı'nı ağlayacak gibi okuyan, ama maçın ikinci dakikasında penaltıya sebebiyet veren bir milletiz. Dolayısıyla size katılıyorum; bu ikisini birleştirmeyi bilmek lâzım. Duygusuz ve coşkusuz futbolun benim lügatımda asla yeri yok.

layers of Italy sing the national anthem prior vs. Turkey 06/11/21Getty Images

Günümüz futbolunda taktiklerin aşırı abartıldığını düşünüyor musunuz? Örneğin, Julian Nagelsmann günümüzün en popüler ve yenilikçi taktisyenlerinden biri. Buna karşın antrenörlükte yöneticiliğin taktisyenlikten önemli olduğunu düşünüyor. Harika bir yöneticinin sınırlı bir taktik bilgiyle futbolda başarılı olabileceğini; ama yöneticilik becerileri bulunmayan bir taktik dehanın asla başarılı olamayacağını söylüyor.

Başarının kıstası nedir? Çok iyi bir yönetici olabilirsiniz ve sınırlı taktik bilgisiyle ligde kalabilirsiniz, bu da sizin takımınız için bir başarı olabilir. Ama bu şekilde şampiyonluk veya Avrupa kupalarına katılma hedefi koyamazsınız. Yine de Nagelsmann’ın tespitinde yüzde yüz katıldığım bir şey var: Antrenörlük eşittir yöneticilik ve insan ilişkisi.

Sahada yirmi beş tane farklı karakterle çalışıyorsunuz, oynadığında mutlu, oynamadığında mutsuz olan, hatta elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi olan oyuncularımız oluyor. Hepsini idare etmeniz, yönetmeniz gerekiyor. Her oyuncunuzu mutlu etmelisiniz. Ole Gunnar Solskjaer’in ise bu konuda daha farklı düşündüğünü okumuştum. “Ben oyuncularımın hepsini mutlu etmek zorunda değilim, sadece onlara doğru antrenmanı yaptırmakla yükümlüyüm. Çünkü oynamayan oyuncu hiçbir zaman mutlu olmayacaktır,” diyordu.

Son zamanlarda oyuncularıma, “Beni sevmek zorunda değilsiniz” diyorum. Beni sevmeyebilirler, onlarla hiçbir kişisel problemim olamaz. Bazen antrenmanda ya da maçta bir oyuncuma kızabilirim, ama bir dakika sonra olumlu bir hareket yaptığında onu desteklemeye devam ederim. Çünkü onlara bir sene boyunca muhtacım. Oyuncularım beni severse bundan tabiî ki çok memnun olurum, ama bu bir zorunluluk değil. Sadece oynattığım oyuna ve yaptırdığım antrenmana saygı duymak zorundalar. Bunu da şimdiye kadar iyi yaptığımızı düşünüyorum.

Yabancı sınırı geri geldi. Bunun üzerine büyük bir tartışma var. Çoğunluktaki bir kesim serbestliğin devamını savunuyor, azınlıktaki bir kesim ise Türk oyuncuların yeteri kadar şans bulamadıklarını ve sınırın geri gelmesinin doğru olduğunu düşünüyor. Siz bu konuda nerede duruyorsunuz?

Ben aslında iki tarafın ortasındayım, ama hiçbir şekilde kısıtlamaların başarı getiremeyeceğini düşünüyorum. O yüzden yabancı sayısı bence çok önemli değil, sınırsız olmasında bir sorun görmüyorum. Ancak gelen oyuncuların burayı nasıl gördüğü de önemli. Bu da kariyerlerine ve profesyonelliklerine bağlı. Burada yalnızca parasını almak için oynayan oyuncular da gördük. Ama bizim takımımızda da olduğu gibi buraya gelip uzun yıllar oynayan ve sahada her şeyini veren, yeteneklerini sonuna kadar gösteren yabancı oyuncularımız da oldu. Buna olanak sağlayan bir ortam oluştuğu takdirde yabancı ve yerli oyuncu ayrımının bir önemi olmadığını düşünüyorum. Ben de Avrupa'da oynarken yabancıydım, bir yerde yabancı olmak gerçekten kolay değil. Ama lige kaliteli yabancı oyuncular getirildiği takdirde böyle bir sınırın gerekli olmadığını düşünüyorum.

Ayrıca yabancı sınırı kaldırıldıktan sonra Türk oyuncuların yeteneklerini ve potansiyellerini yansıtmak için daha fazla çabaladıklarını gördüm. Avrupa'ya giden çok sayıda Türk oyuncumuz da oldu. O yüzden ben bu sınıra karşıyım. Ama döviz kurlarını göz önünde bulundurunca mâli açıdan kulüplerin yabancı oyuncu getirmekte zorluk yaşayacağını da düşünüyorum. Kulüpler adına ekonomik açıdan epey belirsiz bir ortam var. Kurların dalgalanması ayrı bir sorun iken bu konuda bazen yayıncı kuruluşla da sorunlar yaşanabiliyor.

Bir diğer sorun da şu: Ligin kalitesi düştükçe oyuncular daha fazla para talep etmeye başlıyorlar veya Avrupa'da futbol pazarının daha fazla büyümesinin ardından yetenekli oyuncular Türkiye'yi tercih etmiyorlar.  Dediğim gibi yabancı sınırlamasına karşıyım, ama gelecek yabancı oyuncuların da kulüplerine, antrenörlerine ve takım arkadaşlarına bir şeyler katacak kapasitede olmasından yanayım.

Serbestliği savunanların iki temel tezi var: Birincisi; yabancı oyuncuların yerli oyuncuları geliştirdikleri. İkincisi; yerli oyuncuların rekabete ihtiyaç duydukları. Ama kulüplerin ekonomisi çok sayıda iyi yabancı oyuncu getirmeye müsait mi? Getirseler dahi, iyi bir futbol eğitimi almış yabancı bir oyuncuyla, bu eğitimi alamamış genç bir Türk oyuncu rekabet edebilir mi?

Buna şunu da ekleyebiliriz: Avrupa’da taktiksel donanımı yüksek bir antrenörle çalışan oyuncuyu burada taktiksel açıdan zayıf bir antrenöre teslim ederseniz ortaya bir uyuşmazlık çıkacaktır. Bu noktada Türkiye’deki birçok yabancı oyuncunun hayâl kırıklığı yaşadığını düşünüyorum. Bu yüzden Türkiye'yi sadece para kazanmak için bir adres olarak gördüklerine çok kez tanıklık ettim.

Şu anda bizim en büyük sorunumuz altyapıdan gelen oyuncuların yeterli eğitimi alamamış olmaları. Bu ayrıca oradaki antrenörlerin de yeterli eğitimi almamış olduklarına işaret ediyor. Bu sorun en dipten en yukarıya kadar geçerli ve bunları düzeltmek için radikal kararlar almak gerektiğini düşünüyorum.

Bence Türkiye'de yönetici profillerinde de büyük sıkıntılar var, bu durum yavaş yavaş değişiyor gibi gözükse de çok ağır ilerleme kaydediyoruz. Altyapıda da işler böyle ilerliyor. Eğitmenlerimizin gerekli eğitimi almaları gerekiyor. Antrenörler orada bulunacak donanıma ve eğitime sahip olmalılar.

Kaliteli yabancı oyuncu, doğru ortamda ve doğru oyunla bizim oyuncularımızı geliştirebilir. Ama kaç tane kaliteli yabancı oyuncu geliyor, bu da büyük bir soru işareti. Önceki kuralda olduğu gibi, 14 yabancı  oyuncu almazsın ama 10 kaliteli yabancı oyuncu alırsın. Bizde kulüp olarak bu anlayışı benimsiyoruz, kadromuzda yetenekli ve genç bir Türk oyuncu havuzumuz var ve kaliteli yabancı oyuncular getirerek yerli oyuncularımızın piyasa değerini artırmak istiyoruz. Dediğim gibi, yabancı oyuncu konusunda bence önemli olan şey kalite, sayı değil.

Bir de tesis sorunu var. Yeni stadyumlar yapılıyor, ama çocukların ve gençlerin futbol oynayabilecekleri ya da futbol eğitimi alabilecekleri alanların sayısı hâlâ çok az. Millî takıma en çok oyuncu gönderen üç  futbol akademisi var: Altınordu, Bursaspor ve Trabzonspor akademileri. Bu kulüpler aynı zamanda ülkedeki en fazla nizami futbol sahasına sahip olan kulüpler. Altınordu'nun 14, Trabzonspor ve Bursaspor'un 11 nizami futbol sahası bulunuyor. Alanyaspor ne durumda bilmiyorum, ama lokomotif olması gereken üç büyükler çok kötü durumda, sadece dört ya da beş futbol sahaları var.

Çok derin bir konu ve bunun üzerine uzun uzun konuşabiliriz. Ne yazık ki şehirlerimizdeki kötü yapılaşma futbol yeteneğimizi öldürüyor. Bizler de altyapıda çok iyi eğitimler almadık, ama gidip Avrupa'da mücadele edebildik; çünkü sokakta bir sürü doğaçlama şey öğrenmiştik. Taştan seken bir topun nasıl kontrol edileceğini ya da duvarla ikiye bir yapmayı… Ben toprak sahada da beton zeminde de top oynadım. Bu durumun bizim neslimizdeki oyuncular için çok büyük bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Şimdiki çocukların ise böyle oyun alanları kalmadı, yani mesele sadece sahalardan ibaret değil. Yıllar içerisindeki çarpık yapılaşma yüzünden her taraf binayla doldu. Siyasi bir şeyi kastetmiyorum, çünkü bu sorun çok uzun zamandan beri devam ediyor.

Dolayısıyla bu konuda gerçekten derin bir sorun var. Çocukların oyun alanı yok, futbol oynayacak sahası yok, tesisler ve antrenörler yeterli değil, yöneticiler de o profesyonellik seviyesinde değiller. Bunların hepsi birleşince çıkardığımız oyuncu sayısı nüfusumuza oranla epey az kalıyor.

Geçen sezon en çok topla oynayan, en yüksek pas yüzdesine sahip olan, en çok isabetli şut atan, en çok isabetli orta yapan ve üçüncü bölgede en çok top kazanan takımdınız. Aynı zamanda kalesine en az şut gelen ikinci takımdınız. Normalde bu istatistiklere sahip olan takımın ligin favorilerinden olması beklenir. Ama siz favori takım değildiniz. Favori olmadan favoriymiş gibi oynamak zor muydu? Çünkü pekâlâ siz de diğer Anadolu takımları gibi oynayabilirdiniz ve belki bu şekilde daha iyi sonuçlar da alabilirdiniz. Ama bunu hiç tercih etmediniz. Neden?

Sorudan bağımsız olarak şununla başlamak istiyorum. Bir misyon sahibi değilim, önder olmayı sevmiyorum; ama genç antrenörler olarak bazı şeyleri değiştirmemiz ve insanlara bir oyun vadetmemiz gerektiğini düşünüyorum. Avrupa futbolundaki eğilimleri takip etmeli ve bunları buradaki futbolseverlere sunmalıyız. Benim zihniyetim bu. Misyonum Avrupa futbolunu takip etmek ve buradaki insanlara hak ettikleri futbolu izletmek.

Saydığınız istatistiklere gelince; bu istatistiklere göre bizim ligi ilk iki sırada bitirmemiz gerekiyordu ve bitirebilirdik de. Ligin ilk 10-15 haftasından sonra şampiyon olabileceğimize de gerçekten inanıyorduk, ama ondan sonra işlerin değiştiğini gördük. Hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza kapalı savunma problemi çıktı. Karşımızdaki on oyuncunun da blok hâlinde, kalenin yirmi metre önünde bizi beklediğini gördük. Örneğin Denizlispor maçı bunlardan biriydi, %80 oranında topla oynamamıza rağmen kazanamadık. Ondan sonra bu sorunu çözmeye yoğunlaştık. Oyunumuzu daha da geliştirmeye çalıştık ve ilerleyen süreçte geriye düştüğümüz maçları da çevirebileceğimizi gördük.

Ama bu kez de karşımıza kalite sorunu çıktı. Santrforumuz Khouma Babacar çok kaliteli bir oyuncu, ama dört kez birer ay süreyle, geçmişten gelen sakatlığının nüksetmesi nedeniyle ondan faydalanamadık. Bundan dolayı bitiricilik anlamında sorunlar yaşadık, ancak Babacar sağlıklı olsaydı bence bu konuda sıkıntı çekmezdik. O olmayınca oyunun yükü tamamen Davidson ve Anastasios Bakasetas’ın üzerine bindi, ayrıca ilerleyen dönemde Bakasetas’ı da kaybettik. Bakasetas’ın yerine bir-iki oyuncu almayı planlarken hiç oyuncu alamadık ve bunu mevcut kadromuzun içerisinden çözmeye çalıştık. Bakasetas’ın eksikliğini dinamizmle çözmeyi denedik. Berkan Kutlu, Umut Güneş ve Efkan Bekiroğlu gibi oyuncularımız daha fazla süre almaya başladılar, Salih Uçan’ın rolü değişti ve farklı bir oyun oynamaya başladık. Ancak sağ kanattan hiç skor katkısı alamadık ve merkezde de büyük sıkıntılar yaşadık. Dolayısıyla oyunumuzun tüm yükü orta sahamıza ve Davidson’a kaldı.

Sezon boyunca sürekli bir sorunu atlatıp yeni bir sorunla karşılaştık. Aslında ben bu durumdan memnunum, çünkü işimde beni çok geliştireceğini düşünüyorum.

Geçen sezon oyuncularımız ellerinden geleni yaptılar, ama rakiplerimizin bize karşı oynadıkları oyunu çözecek kaliteye tam anlamıyla sahip değildik. Yine de oyun olarak her maçı domine ettiğimizi söyleyebilirim, ki buna kaybettiğimiz büyük maçlar da dâhil. Şimdi yeni oyuncularımıza da geçmiş sezonun maçlarını analiz ederek bir sunum hazırlıyoruz. Kaçırdığımız golleri görünce ligi yedinci sırada bitirmemizin bir mucize olduğunu düşündük.

Ama kendimizi ve oyunumuzu geliştireceğiz. Bu sezon %70 gibi oranlarda topa sahip olmak istemiyorum. Tabiî ki maçların skorlarının ve rakiplerimizin oyun tarzlarının bizi nereye götüreceğini kestiremiyorum. Asla pragmatik olmayacağım, yine benzer bir oyun planıyla sahada olacağız; ama prese başlayacağımız nokta biraz daha kendi yarı sahamıza yakın olacak, topları bu bölgede kazanmak isteyeceğiz. Çünkü geçen sezon baskımızı rakip kaleciye kadar ilerletmiştik ve bu sefer rakipler geride hiç pas yapmamaya başlamıştı, bu da mesafemizin uzamasına ve  rakip savunmaların uzun topları sonucunda çok fazla koşmak zorunda kalmamıza neden olmuştu. Aslında ucuz oyunlara karşı kaybettik, ama genel anlamda kamuoyunun gözünde kazandığımızı düşünüyorum.

Ligi yedinci sırada tamamladık, ama büyük takımlar kadar ses getirdiğimizi düşünüyorum. Bunu söylemeyi çok sevmiyorum, ama bizim son on haftada oynadığımız oyunu EURO 2020’da İtalya neredeyse birebir  şekilde oynuyor. Turnuvadan önce İtalya’yı neredeyse hiç seyretmemiştim, ama turnuvadaki oyun yapıları bize çok benziyor. Tıpkı bizim gibi oyun kurarken geride üçlü kalıyorlar ve hücumda bir kanat oyuncusunun yanında bir kanat forvetle oynuyorlar. Rakibi karşılarken de ileriye çıkan beki geriye çekip dörtlü oluyorlar.

Yaptığımız şeylerin benzerlerini bu seviyede görünce mutlu oluyoruz. Şimdi ise dediğim gibi biraz değişim zamanı. Yine topa sahip olacağız ve yine oyuna hükmedip bu verilere ulaşacağız, ama bu sefer ligi kaçıncı sırada bitireceğimizi zaman gösterecek.

Süper Lig’in Sassuolo’su olabilirsiniz. Onlar da geçen sezon Serie A’daki hücum metriklerinde ilk sıradaydı, ama ligi orta sıralarda bitirmişlerdi.

Aslında biz Sassuolo ile birebir örtüşmüyoruz. Sanırım bu benzetmeler Francesco’dan dolayı yapılıyor. Örneğin geçen sezonki ilk maçımızda Sivasspor’u 4-4-2 şeklinde karşılamıştık, bizim bu dizilişimizi alıp Sassuolo’nun düzenine benzetmişler. Dilerseniz internette açıp bakın, şu anda her takım 4-4-2 karşılama düzenine başvuruyor (gülüyor).

Tabiî ki Roberto De Zerbi de etkilendiğim ve esinlendiğim antrenörlerden biri, ama mesela o, önde baskıya pek başvurmuyor. Biz ise presi daha çok bir hücum seti olarak düşünüyor ve kazandığımız toplarla skor üretmeyi hedefliyoruz. Ama dediğim gibi, geçen sezon pres yaptığımızda da rakipler uzun topla çıkmaya başladı, dolayısıyla bu da bizim topa sahip olma yüzdelerimizi çok artırdı. Aslında bu çok fazla istediğimiz bir şey  değildi.

Biz oyunu kendi ceza sahamızdan kuruyorduk, ancak gitgide buradan uzaklaştık. Çünkü rakipler bize ön alan presi yapmamaya başladılar. Bu da bizim istatistiklerimize yansıdı. Yeni sezonda ise oyunumuzu biraz değiştirmeyi ve rakibimizi de oyuna ortakmış gibi gösterip farklı kurgular ortaya koymayı düşünüyoruz. Oyun planımızı da yine açıklamış oldum, bakalım sezon içerisinde bunu ne kadar gösterebileceğiz (gülüyor).

Geçen sezon gollerinizin büyük bölümünü her iki yarının sonlarında attınız. Gollerinizin %29’u ikinci yarının son 15 dakikasında, %24’ü ise ilk yarının son 15 dakikasında geldi. Buna karşın sezon boyunca maçların ilk 15 dakikalarında atabildiğiniz sadece iki gol var. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Biz ilk düdükten itibaren pres yapmak ve topa sahip olmak istiyoruz. Presimiz sonucunda kazandığımız topları da rakibimiz henüz savunmaya yerleşememişken kullanarak değerlendirmek istiyoruz. Bunu sezon başında çok daha iyi yaptık, çünkü rakiplerimiz topla oynamayı daha fazla istiyordu.

Ayrıca üçüncü bölgede en çok top kazanan takımız, çünkü oyuncularıma presin benim olmazsa olmazım olduğunu sürekli söylüyordum. Toptan vazgeçebiliriz, ama presten asla vazgeçemeyiz.

Ama ilk 15 dakikalarda bulduğumuz gollerin sayısı bana da az geldi. Sezon başında 15 ve 30’uncu dakikalar arasında çok gol atıyorduk, ancak ilerleyen dönemlerde ilk 15 dakikalık periyotta kalemizde çok fazla gol gördük. Rakipler de doğal olarak daha fazla kapandılar.

Alanyaspor geçen sezon Süper Lig'de akan oyunda attığı gol başına en fazla pas yapan dördüncü takım konumundaydı (4.42). Aynı zamanda ligde yediği akan oyun golü başına rakibine en az pas yaptıran dördüncü takımdınız (2.8). Bu iki veri sizin oyununuza dair bize ne anlatıyor olabilir?

Az önce “tecrübe mi, dinamizm mi?” diye bir soru sormuştum. Eğer biz pres yapıp rakibi uzun topa zorluyor ve blokları da kapatamıyorsak, bu süreler kısalıyor. Rakibin kontrataklarından golü yiyoruz. Bu aslında bizim oyunumuzun da bir resmini çiziyor. Şiddetli baskımız karşısında rakip topu gelişigüzel uzaklaştırıyor ve bu noktada bizim bazı zaaflarımız ortaya çıkıyor.

Mesela Trabzonspor’la oynadığımız bir maçta aut atışından sonra savunmamızın arkasına sarktılar, sol bekimizin de savunma hatasıyla iki gol yedik. Rakiplerimizin bizi dalgalandırıp akan oyunda gol attığını çok fazla hatırlamıyorum.

Geçen sezon hücum sürelerini uzun tutmayı önemsemiştik. Ama Julian Nagelsmann, Jürgen Klopp ve son olarak Roberto Mancini’nin takımlarında gördüğüm bir şey var: Geçiş fırsatları varsa hiç beklemiyorlar. Biz de bu sezon topu kazandığımızda beklemek yerine direkt hücum etmeyi, rakibimizi tempomuzla alt etmeyi düşünüyoruz.

Örneğin geçen sezon bir RB Leipzig - Bayern Münih maçını hatırlıyorum; resmen orta sahalar yok gibiydi. İki takım da kaptığı her topla geçiş hücumu kovalıyordu. Bu biraz da güç meselesi elbette; kondisyonu, temposu yüksek olan takım kazanıyor.

Geçen sezon Süper Lig'de en fazla pas yapılarak atılan dört golün ikisi Alanyaspor'a aitti. Hatayspor’a karşı 26 pasla, Ankaragücü’ne karşı 23 pasla gol atmıştınız ve her iki golü de Davidson atmıştı. Sizi en çok mutlu eden golleriniz bunlar olabilir mi? Gelecek sezon daha çok direkt hücum etmeyi düşündüğünüze göre bu gollerden daha az mı göreceğiz?

Hayır, pas sayısı uzun goller atmaya devam edeceğimizi düşünüyorum. Topla oynamaya devam edeceğiz, çünkü bu bizim ana planımız. Ama dediğim gibi, geçiş fırsatı varsa bunu da kullanacağız. Geçen sezon orta alanda kazandığımız topları bazen o bölgede tutmaya devam ediyorduk, ama artık geçişi düşüneceğiz.

Geçen sezon en mutlu oluğum gol, Beşiktaş maçında attığımız ikinci goldü, yanlış hatırlamıyorsam 21 pas sonrasında atmıştık. Orada oyun kalecimizden başlamış ve top sahadaki on bir oyuncumuza da temas etmişti.

Bizim önem verdiğimiz, “Four Zone Passing Game” adında bir konsept var. Bu konsept, rakibi dalgalandırmak ve bloklar arasını açtığınızda o mesafeleri değerlendirmek üzerine kurulu. Bu tarz goller atmak bizim her zaman hayâlimizdi ve Beşiktaş maçında da bunu başardık. Sol kanattan oyunun yönünü sağ kanada çevirdik, buradan içeri girip sol kanada tekrar çıkardık. Sürekli antrenmanlarda çalıştığımız bir goldü. Hatta bazen sahanın kenarında, “Four zone game!” diye bağırdığım da oluyor.

Anastasios Bakasetas Goal Celebration Alanyaspor vs. Besiktas 12/13/20Depo Photos

Yine geçen sezon topa %70’ten fazla sahip olduğunuz yedi maç var. Bu yedi maçtan sadece bir puan çıkarabildiniz ve bu maçların hiçbirinde birden fazla gol atamadınız. Rakip savunmaların çok fazla kapandığı bu maçlarda yaşadığınız temel sorun kalite miydi?

Bunların çoğu aslında lider olduğumuz ve bu sorunlarla yeni yeni karşılaşmaya başladığımız dönemdeki maçlar; Denizlispor, Gençlerbirliği ve Kasımpaşa maçları gibi. Sorunları daha sonra çözdük, ama işte rakipler, “topu rakibe bırakmak” diye bir tabir kullanmaya başladılar. Bunun bizim yaptığımız işi biraz itibarsızlaştırdığını düşünüyorum. Bu açıklamaların çok iyi niyetlerle yapıldığını düşünmüyorum. Çünkü akan oyunda üç-dört pasın üzerinde bir organizasyon sonucunda neredeyse gol yememişiz. Biz topu almak için burada ne pres antrenmanları yapıyoruz ve kimsenin yapmadığı gibi geride birebir kalıyoruz. Bu riski göze alıyoruz, ama biz topu kazandıktan sonra rakip, “Biz topu onlara bıraktık” diyor, bunun bizim tüm çalışmamızı itibarsızlaştırdığını düşünüyorum.

Ligin üçüncü bölgede en çok top kazanan takımıydınız. Bu durumda rakipler nasıl topu size bırakıyor olabilirler ki?

Dediğim gibi, bu bizi hem üzüyor hem de biraz sinirlendiriyor. Kapanan savunmalara karşı çektiğimiz sorunları çözmek için çok uğraştık. Antrenmanlarda, maç öncesinde çizdiğimiz şemaların aynısını sahada uygulayıp attığımız goller de oldu.

Dolayısıyla sorunun kalite probleminden kaynaklandığını söylemem açıkçası biraz kolaya kaçmak olur. Bunu çok fazla söylemek istemiyorum, ama sakatlık problemleri ve Bakasetas’ın yerine transfer yapamamamız da bunda etkili oldu. Ayrıca insanlar şunu bilmeli ki, biz geçtiğimiz sezon sadece 8.5 milyon euro’luk bir kadroyla oynadık. Bir önceki sezon ise bütçemiz 15 milyon euro’ydu. Yani hem küçülmeye gittik hem de önemli oyuncularımızı kaybettik, ama bunlara rağmen kendi oyunumuzu oynadık.

Alanyaspor’a gelen oyuncuların ya da antrenörlerin birçoğu büyük bir çıkış yakalıyor. Kulübü bu konuda özel kılan şey nedir? 

Evet, sanırım bu durum Sergen Hoca ile başladı, o zaman ben de buradaydım. Biz takımı 16. sırada almıştık, 12 maçta 8 mağlubiyet 4 galibiyetimiz vardı. Biz geldikten sonra ise iyi bir başlangıç yapmıştık, ilk beş maçın yalnızca birinde mağlubiyet almıştık, ama yanlış hatırlamıyorsam üçünde de berabere kalmıştık. Devre arasında çok fazla takviye yapmamıştık. Ozan Tufan’ı ve rahmetli Josef Sural’ı transfer etmiştik, İtalya’dan kiraladığımız Joel Obi’den ise hiç faydalanamamıştık. Fakat sonrasında yavaş yavaş oyunumuzu geliştirmiştik. Georgios Tzavellas ve Welinton gibi geriden oyun kurabilecek savunmacılarımız vardı, Steven Caulker da yeni gelmişti. Ozan Tufan form yakalamıştı,  Djalma Campos ile Lucas Villafanez’i orta sahada sekiz numara rolünde oynatmıştık. Topa sahip olma oranlarımız birden artmıştı. Bu şekilde kadromuzun da bir öz güveni oluşmuştu. Erol Hoca döneminde de bu kadroya Manolis Siopis, Bakasetas, Juanfran ve Marafona gibi önemli takviyeler yapılmıştı ve kalite yukarıya çıkmıştı.

Alanyaspor iyi yönetilen bir kulüp, tabiî ki zorlukları da var. Kulübün bir marka değeri var ve biz bunu asla aşağıya düşürmek istemiyoruz, bu bizim için büyük bir sorumluluk. Ancak bir yandan yavaş yavaş genç oyuncuları oynatma kültürünü aşılamaya çalışıyoruz. Berkan’ı, Umut’u kazandık ve bu sayıyı gitgide artırmak istiyoruz. Beşiktaş’tan kiraladığımız 17 yaşındaki Ahmet Gülay, ilk on birde maça çıktı. Böyle oyuncuları oynatarak yurt dışına satmak ve ekonomik olarak kulübümüze destek olmak istiyoruz. Alanyaspor’u Avrupa’nın gözde Türk kulüplerinden biri hâline getirmeye çalışıyoruz. Umarım bunları başarırız ama her şey tabiî ki sonuçlarla alâkalı. İyi bir oyun vadediyoruz ve bunu sonuçlarla süslediğimiz takdirde rekabetçi bir takım olacağımıza inanıyorum.

Alanyaspor’un coğrafi bir avantajı da var. Salih Uçan ile yaptığımız röportajda o da bundan bahsetmişti. Sabah kalktığında havanın sürekli belirli bir sıcaklıkta ve güneşli olduğunu, bu durumun da  zihinsel olarak kendisini olumlu etkilediğini söylemişti. Aynı zamanda bu durum yabancı oyuncular ve aileleri için de Alanyaspor’u tercih edilir kılıyordur sanırım.

Tabiî ki, biz iyi bir yabancı oyuncuyla anlaşmak istediğimiz zaman ilk önce denizden, güneşten, buradaki insanların rahatlığından, yabancıların buraya yerleşmelerinden ve hayat standartının yüksek olmasından bahsediyoruz. Elbette oyuncular da örneğin başka bir kulüpte 500 bin euro kazanabilecekken burada 400 bin euro’ya oynamayı tercih edebiliyor. Türk oyuncular da aynı şekilde burayı daha fazla tercih ediyor.

Ancak bu konudaki birinci sebebin kulüpteki rekabetçi ortam olduğunu düşünüyorum. Üç senedir zirveye adım adım tırmanıyoruz, Türkiye Kupası’nda final ve yarı final oynadık. Şimdi oyun olarak da bir değişimin ve gelişimin içerisindeyiz. Tüm bunlar Alanyaspor’un oyuncular için bir cazibe merkezine gelmesinde etkili oldu. Amacımız bunu devam ettirmek ve bunu bir kupayla taçlandırmak.

EURO 2020’nin çok öğretici bir turnuva olduğuna dair bir tweet atmıştınız. Bu turnuvadan kendi adınıza ne gibi dersler çıkardınız?

Futbolun artık ne kadar hızlı değiştiğini gözlemledim. Eskiden bazı oyunlar bir sene, iki sene kalıcı olabiliyordu, ancak şimdi altı ayda hemen anti-tezler üretiliyor ve güçlü oyunlar kontrol altına alınıyor.

Şu anda bizim de kullandığımız bir formasyon olan 3-2-5 çok revaçta ve hücumda dörtlü savunmaları tamamen perişan ediyor. Almanya’nın Portekiz’e veya İtalya’nın bize karşı oynamış olduğu oyun bunun en iyi örnekleriydi. Buna istisna olarak ise sadece Almanya’nın Fransa'ya kaybettiği maçı gösterebiliriz, ancak orada da oyuncu kalitesi devreye girdi. Attığım başka bir tweette buna da değinmiştim, Fransa’nın oyuncu kalitesi iyi, ama oyun planı biraz geride kalmış gibi.

Ancak bir yandan da 3-2-5’in panzehirinin turnuva içerisinde bulunduğunu düşünüyorum. Macaristan, Almanya’yı beşli savunmayla karşıladı ve rakibini çok zor durumlara düşürdü.

Gerçekten çok öğretici bir turnuva oldu. Buradaki farklılıkları gördük ve şu an analizlerini yapıyoruz. Rakip bize beşli oynarsa nasıl, dörtlü oynarsa nasıl hücum edeceğimize dair tüm planlarımızı hazırladık. Turnuvanın bizdeki yansımalarını merakla bekliyorum.

Türkiye açık ara turnuvanın en kötü takımıydı. Elemelerde iyi bir savunma takımı görüntüsü verilmişti, ama bu finallere taşınamadı. Sizce neden böyle oldu? 

Bu konuda sadece Şenol Güneş’e yüklenmemek lâzım, bence orada bir yaşanmamışlık vardı. Hocanın da gerekli dersleri çıkaracağını düşünüyorum, bu tecrübeye sahip. Örneğin Uluslar Ligi’nde kaybettiğimiz bir Macaristan maçı vardı, üçlü savunmayla bizi yenmişlerdi. 3-2-5’in şu anki kadar tercih edilen bir formasyon olmadığı dönemde bizim millî takımımız dörtlü savunmalara karşı iyi oynuyordu. Ama böyle rakiplerle çok fazla karşılaşmamış olmamız, Şenol Hoca’yı yeni planlardan biraz uzaklaştırdı diye düşünüyorum. Çünkü o oyuna karşı hiç oynamamıştık. İtalya ve İsviçre’nin üçlü oynadığını görüp, yine üçlü savunmayla oynayan bir takıma karşı hazırlık maçı yapabilirdik.

Alanya’da Azerbaycan’a karşı oynanan maça üçlü savunmayla başlanmıştı, ama otuz dakika sonra dörtlüye dönülmüştü. Galiba Şenol Güneş o bölümde gördüklerinden pek memnun kalmamıştı.

Evet, olabilir. Ama en azından hücumda 3-2-5 formasyonunu kullanan bir rakibe karşı da kendimizi test edebilseydik iyi olabilirdi. Çünkü bu düzende rakip beşli bir hücum hattıyla yarı sahanıza yerleşiyor ve siz dörtlü bir savunma hattıyla onları karşılıyorsunuz. İtalya’da solda Leonardo Spinazzola ve Roberto Insigne, merkezde Ciro Immobile, bek ve stoper arasında Nicolo Barella ve çizgide de Domenico Berardi vardı. Ancak biz bu beş oyuncuyu dörtlü bir hatla savunmak zorunda kaldık. Bu düzendeki amaç, blokları kırmak ve etkili kanat oyuncularını beklerden uzaklaştırarak birebir bırakmaya çalışmak. Ne yazık ki onların bu planına karşı çok fazla karşılık veremedik.

Turkey Italy EURO 2020 06/11/21Depo Photos

İlk yarıda yine de İtalya’nın hücumdaki üretkenliği sınırlandırılmıştı. Özellikle Kenan Karaman’ın savunma yardımı çok iyiydi. Ama ikinci yarıda Cengiz Ünder’in oyuna girişi Türkiye'nin savunma direncini biraz düşürmüş gibiydi.

Doğru. İlk yarıda Okay Yokuşlu stoperlerin arasına girdi ve Kenan da Spinazzola’yı takip edip savunmayı beşledi. Cengiz ikinci yarıda savunma arkasına koşular atmaya başladı, ama bekini çok iyi takip edemedi. Ama ilk yarıda biz de beşli bir savunmayla oynuyormuş gibi göründük.

Yine de bunu başaramayan takımlar da oldu. Portekiz - Almanya maçı buna örnek olarak verilebilir. Fernando Santos, hiçbir şekilde Almanya’nın hücumlarını ve Robin Gosens’in bindirmelerini engelleyemedi, bu şekilde üç tane gol yediler. 

Sizi en çok etkileyen takımlar hangileri oldu?

Mesela Twitter’da bana, “Sizi en çok hayâl kırıklığına uğratan takım neydi?” diye bir soru geldi ve ben İsviçre dedim; çünkü daha fazlasını yapabileceklerini biliyordum. Sonrasında da bunu gösterdiler ve Fransa, İspanya gibi büyük takımlar karşısında iyi oyunlar oynadılar.

Beni en çok etkileyen takımın ise İtalya olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Almanların biraz daha ilerleyebileceğini düşünüyordum. İtalyanlar gerçekten çok kompakt oynuyorlar, topu kaybettikleri yerde agresif pres yapıyorlar, topun kıymetini biliyorlar ve geçiş hücumlarını da çok iyi uyguluyorlar. Aynı zamanda çok coşkulular.

Fakat İngiltere de iyi duruyor ve rakiplere göre farklı oyunlar oynuyorlar. Şimdiye kadar üç farklı düzende oynadılar. 4-3-3 ile başladılar, Jack Grealish oynadığında 4-2-3-1 oynadılar, Almanya’nın karşısına ise üçlü savunmayla çıktılar. Her zaman bir oyun planları var.

Danimarka da çok iyi geliyor. İngiltere - Danimarka maçı çok iyi bir maç olacak. İspanya’nın İtalya’ya karşı biraz yumuşak kalacağını, ama yine de oyunun içinde var olacağını düşünüyorum, İtalya - İngiltere finalini hayâl ediyorum, ama ne olacağını göreceğiz.

İtalya şu ana kadar hep topa daha fazla sahip olan taraftı, ama İspanya karşısında  bu biraz değişebilir gibi.

Evet, ama İspanya da hiç kendisine baskı uygulayabilecek bir takımla oynamadı. Genelde hep oyunu kendi yarı sahalarında kabul eden takımlarla oynadılar. İtalya’nın ise rakibin topla oynamasından çok mutlu olacağını düşünmüyorum. İspanya da İsviçre maçında bir hamle yaptı ve üçlü savunmayla oynadı. Ama bu sefer de İsviçre dörtlüye döndü.

Turnuvada ders çıkarılabilecek çok fazla maç oldu. Tabiî ki millî takımlarda sistem değişiklikleri daha kolay oluyor, çünkü oyuncular kendi kulüplerinde farklı sistemlerde oynuyorlar, dolayısıyla sizin değiştirdiğiniz sistemlere de daha kolay ayak uydurabiliyorlar.

Eskiden futboldaki taktiksel eğilimleri daha çok millî takımlar belirlerdi, ancak şimdi bu anlamda öncülüğün kulüp takımlarına geçtiğini görüyoruz. Mesela İtalya’nın Manchester City’den çok bir farkı yokmuş gibi görünüyor.

İtalya’nın biraz daha kendine özgü bir oyun tarzı var. Pep Guardiola, hücumda 3-2-5’e döndüğü zaman bir kanatta Phil Foden’ı, diğer kanatta Riyad Mahrez’i kullanıyor. Rakibi karşılarken ise merkezde konumlandırdığı Joao Cancelo’yu beke çekiyor ve rakibini dörtlü karşılamaya başlıyor. İtalya ise bir kenarda beki kullanıyor, sol kenarda sağ ayaklı Spinazzola’yı görüyoruz. Aslında bu da daha farklı bir oyunu beraberinde getiriyor, çünkü rakibi karşılarken dörtlüye dönmek için bunu yapıyor.

Söylediğim gibi bunlar bizim için derslik şeyler, biz de bunlardan beslenmeye çalışıyoruz. Mesela biz de oyunu geriden üçlü kurduğumuz zaman Juanfran’ı bir kenarda bek olarak kullanırken diğer tarafta François Moubandje’yi sol stoper gibi kullandık. Davidson veya Efkan da kanatlarda oyunu genişlettiler. Yani birebir aynı oyunu oynadığımızı söyleyebilirim.

Üçlü savunmalar futbolda bir süredir yeniden revaçta. Bu turnuvada da üçlü savunmayı kullanan takımların sayısı neredeyse yarı yarıyaydı. 3-5-2 ya da 3-4-3’ün varyasyonlarının yeniden popüler olmasının sebebi nedir?

Rakibi 4-4-2 şeklinde karşılamak, alan kapatmak konusunda elinizi bir hayli kolaylaştırabilir. Bu takımlar, 4-3-3 formasyonunu kullanan büyük takımlara karşı büyük zorluklar çıkarabiliyorlar. Örneğin millî takımımız da Andorra gibi takımlar karşısında zorlanabiliyor. Atletico Madrid gibi bunu etkili uygulayan takımlar, büyük takımlara karşı önemli maçlar kazanabiliyor. Özellikle Guardiola gibi yenilikçi antrenörler bunu çözmek için yeni planlar üretiyor. Ayrıca dörtlü savunmada iki stoperinizi açmaya biraz mecbursunuz, çünkü olası bir top kaybında iki stoperin arasında büyük boşluklar veriyorsunuz. Ama rakibi üçlü karşıladığınızda rakibinizin geçiş hücumlarını golle sonuçlandırma ihtimâli daha düşük oluyor, çünkü iki bekiniz de eşlik ettiği zaman beşli bir hatla karşılıyorsunuz.

Dediğim gibi büyük takımlar oyunlarını rakiplerine kabul ettirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyorlar ve biz de bunları örnek almaya çalışıyoruz. Ama örneğin City’nin 3-2-5’ine karşı Chelsea de beşli savunma ve üçlü bir hücum hattıyla çok büyük sorunlar yaratmıştı. Artık her oyunun panzehiri ânında ortaya çıkıyor. Bu yüzden biz antrenörlerin olayın içinde olması ve sürekli kendini güncellemesi gerekiyor.

Futboldaki en zor şey kapalı savunmaları aşmak olabilir mi?

Önder Özen’in bu konuda çok güzel bir lafı var. “Eskiden problem, topla oynayan takımlara karşı iyi durabilmek, savunma yapabilmekti. Ama şimdi asıl problem, kapalı savunmalara karşı hücum edebilmek hâline geldi,” diyor. Topa çok sahip olmak tek başına bir şey ifade etmiyor, önemli olan rakip ceza sahasına girebilmek ve bulduğunuz pozisyonları sonuçlandırabilmek. O yüzden şu anda bence de futboldaki en zor şey kapalı savunmalara karşı hücum edebilmek.

Almanya, Macaristan’ı yenemedi işte. Her ne kadar kadro kaliteleri birbirine yakın olsa da City de Chelsea’yi yenemedi. Tabiî ki kalite de tek başına yeterli olmuyor, çünkü sizde nasıl hücum kalitesi varsa rakibinizde de savunma kalitesi oluyor. Kötü, iyiyi bozuyor. Ama elbette Chelsea aynı zamanda çok iyi bir hücum takımı, benim de esinlendiğim takımlardan biri.

Onur Ozgen & Cagdas AtanGoal.com

Kendi adıma EURO 2000’den sonra gördüğüm en keyifli turnuva buydu. Ve bunu hiç beklemiyordum. Sizce bunun nedeni neydi?

Açıkçası bunu neye bağlayabiliriz ben de bilemiyorum. Bazı takımlar haricinde çoğu takım kolay kolay pes etmedi. İngiltere maçını ayrı tutalım, Ukrayna bile geriye düştüğü zaman mücadeleyi elden bırakmadı. Macaristan, ölüm grubundaki üç maçında da inanılmaz savaştı. Danimarka, psikolojik açıdan çok zorlu bir durum yaşamasına rağmen ayağa kalkmayı bildi. Dediğim gibi, kaliteli oyuncular doğru taktiksel planı ülkesine olan bağlılıklarıyla birleştirdiği zaman iyi mücadele ediyorlar ve ortaya ders niteliğinde bir turnuva çıkıyor. 

Günümüz futbolunda takımların birçoğunun temel amacının alan bulmaktan ziyade alan bırakmamak olduğunu düşünüyorum. Ama bu turnuvada sanki oyuncuların aşırı yorgun olmalarının da etkisiyle özellikle maçların son yirmi dakikalarında devasa alanların oluştuğunu ve maçların bir noktadan sonra koptuğunu gördük. Örneğin turnuvanın en iyi savunma takımlarından Fransa, İsviçre’ye karşı 3-1 öne geçti, ama oyunu tutamayıp maçı kaybetti. Buradan şuraya gelmek istiyorum; oyuncular antrenörlerinin talimatlarını yerine getiremeyince futbol daha mı keyifli oluyor? Antrenörlerin oyuncularına biraz daha özgürlük vermeleri gerekiyor olabilir mi?

Olabilir (gülüyor). Ama ben şu an hiçbir Fransız oyuncunun o maçın ardından mutlu olduğunu düşünmüyorum. Oyuncular muhtemelen, ”Keşke antrenörümü daha iyi dinleseydim de Gavranovic’in golündeki koşusuna engel olsaydım” diyorlardır.

Fakat şu bir gerçek; bu iki senede oyunculara gerçekten çok yük bindi. Biz de oyuncularımıza 45 günlük bir izin verdik. Futbolcular gerçekten çok zor durumdalar. Şimdi Avrupa Şampiyonası bitecek ve çok kısa bir süre dinlendikten sonra kendi ligleri başlayacak. Bu yüzden futbolculara çok büyük saygı duyuyorum. Onları iyi korumamız gerekiyor, Christian Eriksen’in başına gelen olayı hepimiz gördük. O maçı oğlumla birlikte izliyorduk, o bile ağladı, çok üzücü bir durumdu.

Yeni sezon öncesi son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Misyon edinmeye çok fazla niyetim yok, ama amacım oyunu geliştirmek, değiştirmek, modern futbolun içinde kalmak ve seyircilere güzel futbol izletmek. Tabiî ki hayallerimizin peşinden gitmemiz için iyi sonuçlar almaya da ihtiyacımız var. Ama bunu iyi oyunla, doğru planla yapmak istiyoruz.

Reklam