Yalçın KoşukavakGOAL

Futbola adanmış tutku dolu bir adam: Yalçın Koşukavak

Türk futbolunun tüm profesyonel liglerde görev yapan tek teknik direktörü olan Yalçın Koşukavak, futbola bakış açısını ve hem Türk hem de dünya futbolunun geleceğini GOAL Türkiye’nin aynı zamanda bir futbol antrenörü olan editörlerinden Uğur Aktan’a değerlendirdi.

Tam 2 saat 47 dakika süren söyleşide Arda Güler gibi yıldızlar da konuşuldu, benzer potansiyeli olmasına rağmen o seviyeye çıkamayan genç yetenekler de.

Zeki Çelik, Cenk Özkacar ve Ali Akman gibi yetenekleri Avrupa futboluna hazırlayan Koşukavak genç oyuncuların üst seviyeye çıkarken yaşadığı problemleri ve bu problemlerin çözüm yollarını anlatırken, futbolla dolu sohbette Manchester City ile Inter arasında oynanan Şampiyonlar Ligi finalinde John Stones ve Andre Onana’nın rolleri de masaya yatırıldı.

İşte Türk futbolunun en yenilikçi teknik direktörlerinden biri olan Yalçın Koşukavak ve merak edilen sorulara tüm samimiyetiyle verdiği çarpıcı yanıtlar… 

Sezonu TFF 1. Ligi play off hattının dört puan gerisinde bitiren Manisa FKde tamamladınız ve sezon sonunda görevinizden ayrıldınız. Biz gelecek sezon da görev devam etmenizi bekliyorduk. Önce ayrılık sürecini öğrenelim, sonra da boştaki bir teknik direktörün yaz tatili nasıl geçer? Günleriniz nerede, nasıl geçiyor öncelikle bunu öğrenelim istiyorum.

Açık konuşmak gerekirse benim Manisa FK’ ya tercih sebebim uzun bir proje olmasıydı. Bu konuya bir açıklama getirmem gerekiyor çünkü bugüne kadar herhangi bir yerde Manisa’dan ayrılık sürecime ilişkin bir açıklama yapmadım.

Öncelikle şunu söylemem gerekiyor, Manisa FK başkanı Mevlüt Aktan ile yakın bir dostluğum bulunuyor.  Beni Manisa’nın başına geçirme yönündeki düşüncesi uzun bir zamandır vardı. Biz her zaman birlikte oturup, kalkan arkadaş olan iki insanız. Takım 2. Lig’e yükselmesinden bu yana konuştuğumuz, aşağı yukarı beş yıllık bir durumdu. Çalıştırdığım son iki takım Süper Lig’den olduğu için beklemem mi gerekir yoksa çalışmam mı gerekir tam olarak emin değildim. TFF 1. Lig’e gideceksem geçmişte İstanbulspor gibi kulüp politikası olan, istediklerimi yapabileceğim bir proje takımına gitme düşüncem vardı.

Manisa’da işe başlarken bana teklif edilen bu yönde uzun vadeli bir projeydi. Depremin etkisi kulüp tarafından bir fırsat görüldü. İlk maçım olan Samsunspor maçı oynanan oyunun etkisi ve birkaç oyuncu takviyesi ile beklentiler tamamen değişti. Oyun metodolojisi ve bir oyun modeli oluşturma çabamızdan uzaklaştık. Daha skor odaklı pragmatik oyun stratejileri tercih etmek zorunda kaldık.

Ligde önümüzdeki takımların çok güçlü kadroları vardı ve açık konuşmak gerekirse iyi oyunculara sahip olsak bile ahenkli ve kadro mühendisliği açısından doğru bir kadromuz yoktu. Bu kadro mühendisliği problemini birçok kez oynadığımız maçlarda hissettik.

Manisa’da dört mağlubiyet yaşadık ve kaybettiğimiz maçlar zaten durumumuzu özetler nitelikte. Deplasmanda yenildiğimiz Sakarya play off’ta yarı final oynadı, deplasmanda kaybettiğimiz Rizespor Süper Lig’e yükseldi, içerde oynadığımız Eyüpspor ise yarı final oynadı. Tek tartışılır mağlubiyetimiz iç sahada Bandırma mağlubiyetiydi. 1.40 puan ortalaması ile oynanmış maçları, ligin ikinci yarısı zorluğunuda hesaba katarsak 1.80 ortalama ile oynadık. Kadro kalitesi yüksek olan takımlara karşı yeterince rakip olamadık.

Bütün bunlara rağmen maçın bitimine dört saniye kala gol yediğimiz Göztepe maçında aldığımız beraberlikle play off’un dışında kaldık. Her kulübün kendi kararları ve tercihleri oluyor. Bunlara saygı göstermemiz gerekiyor. Bazen takımlar teknik direktörü daha farklı konumlandırmak, etki alanını ve iş alanını farklı belirlemek isteyebiliyor. Buna elbette saygı duymak gerekiyor ancak teknik direktörün varlığına, çalışma tarzına ve etki alanını bilmek ve saygı duymak gerektiğini unutmamak lazım. Sonuç olarak teknik direktörlük bir kariyer mesleği ve yapacağınız işlerle ayakta kalabiliyorsunuz.

Teknik direktör ve kulüp arasındaki iş alanları netleşirse her şey daha kolay olur ki iki tarafın da aslında beklentileri aynı şekilde başarılı olmak. Bu noktada uzlaşma oluyorsa birlikte yürümek daha kolaylaşıyor. Bu konulardan dolayı fikir ayrılıklarımız oluştu. Dostluğumuz hala devam ediyor. Hem yönetim hem de sayın belediye başkanı Cengiz Ergün çok emek veriyorlar. Yolları açık olsun başarılar diliyorum.

Günlerimin nasıl geçtiğine gelince…

Bir antrenör çalışmadığı zamanları beslenme olarak görmeli. Çünkü antrenman yok, rakip yok, beklenti yok ve baskı yok. Aktif olarak çalışırken kariyerinizi ayakta tutmak için sportif başarının peşinde koşuyorsunuz ve tamamen o tarafa odaklanıyorsunuz. Durum böyleyken çalıştığınız süreçte çok fazla beslenemiyorsunuz.

Bir de biliyorsunuz ben yangının olduğu yerde itfaiyeci gibi olduğum için hep problemli takımlarda görev yaptım ve çalıştığım süreçlerde hiç dingin bir çalışma ortamım olmadı. O yüzden bu tarz çalışmadığım dönemler benim için her zaman iyi oluyor. Geriye dönük bazı şeylerle ve taktiksel periyotlandırmayla ilgileniyorum. Son zamanlarda oyun içinde sayısal üstünlükler kurmaya kafa yoruyorum.

Aktif olarak çalışan arkadaşlar şu an kamplarda takımlarını hazırlıyorlar bizse biraz daha dingin şekilde kalemi kağıdı alıp planlar yapıyoruz. Bu dönemde yaptığımız planları görev aldığımız zamanlarda takımlarımıza uygulatmaya çalışıyoruz. Bir antrenörün yelpazesi çok geniş olmalı. Benim şu anki pozisyonum bunu çok doğruluyor. Gelecek iş Süper Lig’de kümede kalmaya oynayan bir takım da olabilir, TFF 1. Lig’de şampiyonluğa oynayan bir takım da. Bu yüzden dizilişlere son derece hakim olmanız gerekiyor. Oyun stratejilerini iyi bilmeli ve güçlü takım analizlerine sahip olmalısınız ki o an geldiğinde doğru olan kurguyu pratiğe geçirip en iyi kararı verebilesiniz.

Çalıştığımız dönemde yaptığımız tüm taktiksel stratejileri ve antrenman drillerini bu dönem gibi çalışmadığımız dönemlerde kurguluyoruz.

Dün mesela yardımcı antrenörlerimden biri bir makale attı. Avrupalı bir şirketin araştırmasına göre TFF 1. Lig’de hem topa sahip olup geriden oyun kurarak hem de geçiş hücumu yaparak en etkili olan takım Manisa FK olmuş. Bunu sadece üç ayda ve pragmatik bir ortamda başarmışız. Yani iki yönlü bir takım olmuşuz. Bu tür geri bildirimler bizi daha çok motive ediyor yaptığımız işe.

Rafael Benitez Real Madriddeki görevini Zinedine Zidanea devrettikten sonra uzun süre boşta kalınca futbolu çok özlemesi nedeniyle oğlunun okul takımını yönetmeye başlamış. Futboldan uzak kalınca siz de oyuna bu denli bir özlem duyuyor musunuz? Ben de antrenörlük yaptığım için bu hisleri az çok da olsa biraz tahmin edebiliyorum. Pandemide futbola uzak kalınca elime geçen madeni paraları masanın üstüne 4-3-3 şeklinde dizmeye başlamıştım. Bu iş sonuçta büyük bir tutkuyla yapılıyor. 

Tam olarak bu kelimeyi kullanacaktım ama benden önce kullandın. Bu başka bir duygu ve başka bir tutku. Bu tutku olmayınca özlem de olmuyor. Zaten özlemi tetikleyen duygu tutku.

Benim çok samimi bir arkadaşım var Türk futbolunda birçok kişi yakından tanır ağır ceza avukatı Umut Köroğlu. Daha önce Altay’da asbaşkanlık da yaptı ve benden etkilenip saha içine büyük bir ilgi duymaya başladı. Geçenlerde 3. Lig’den bir takım almayı düşündü ve antrenör işini nasıl yapacağımızı sordu. Haftada 4-5 gün antrenmana çıkabileceğimi söylediğimde çok şaşırdı.

Çalışmama dönemleri uzun sürdüğü süreçlerde yakın çevremden amatör takımların antrenmanlarına gitmeyi çok düşünüyorum. Hem antrenör arkadaşa yardımcı olurum hem de bu özlemimi dindiririm diye geçiyor aklımdan bu yüzden soruyu sorduğunda hiç garipsemedim. Tutku başka bir şey bu bir aşk. Bilmiyorum ya da bana öyle geliyor çünkü doğduğumdan beri futbol topuyla beraberim gibi hissediyorum.

Futbol bana ve bu ülkedeki birçok insana birçok şey verdi. Futbol nankör derler ama nankör olsa bizi bu kadar tanınır yapmazdı. Siz futbola ne verirseniz, futbol size bir gün mutlaka karşılığını verir. Futbolun peçesi vardır ve siz samimi değilseniz size indirmez, doğru adımları bulamazsınız. Önceliklerinize bakmanız lazım.

İlk önceliğiniz para kazanmak için antrenörlük yapmak olmamalı. Bir antrenörün önceliği kendinizi ifade edebileceğiniz sağlıklı ortamı bulmak olmalı yani en azından ben böyle düşünüyorum. Her zaman işimi iyi yapıp iyi antrenör olursam zaten bugün olmaz yarın olur ama bir şekilde para kazanırım diye düşündüm. İstanbulspor’da şampiyon olduğumuzda Kastamonuspor’dan İstanbulspor’da 10 sene kalsam elde edemeyeceğim bir para teklif edilmişti ve ben bu teklifi kabul etmedim.

Daha üst ligde çalışırsam ve kendimi doğru ifade edebilirsem o paraları bir gün kazanacağımı biliyordum. Aldığım tekliften çok daha az ekonomik şartlarla İstanbulspor’da kaldım. Hedeflerinize ve sadece daha iyi bir antrenör olmaya odaklanmalısınız. Nasıl fark yaratabileceğinizi düşünmelisiniz. Bu farkı yarattığınız anda zaten diğerlerinden ayrılıyorsunuz.

Sportif başarılar gelip geçici. Türkiye liglerinde her sene birileri şampiyon olacak, şampiyon takımlar ve antrenörler her sene değişecek.

Benim anlayışıma göre sportif başarı elbette önemli ama bir antrenörü değerlendirirken başka kriterleri de göz önünde bulundurmak lazım. Türkiye’de alt liglerde şampiyonluk yaşayıp hala alt liglerde olan birçok antrenör var. Bence daha derinde yatan farklı şeylere odaklanmamız gerekiyor.

Tabii şunu da ifade etmem lazım ben işe çok hazırdım. 12 sene asistanlık yaptım, çırak olmadan usta olmadım. Fırsat zaten bir kere geliyor. İşe hazırsanız o fırsat geldiğinde zaten iyi değerlendiriyorsunuz. Antrenörlük için girişim yapan çok sayıda arkadaş görüyorum ve tabii ki saygı da duyuyorum ama iş onlara hazır olduğunda onlar işe hazır mı? Bu soruyu öncelikle kendilerine sormalılar diye düşünüyorum. Benim İstanbulspor hikayem tam olarak böyle gerçekleşti.

O İstanbulspor takımı hakkında neler söylersiniz? Türkiye Kupası’ndaki Fenerbahçe eşleşmesi sonrasında Aykut Kocaman tarafından, Umudunu kaybettiğim Türk futbolunda açan nadide bir çiçek” olarak nitelendirilmiştiniz.

İstanbulspor’un az bütçesi vardı az parayla çok iş yapmamız gerekiyordu. Belediye desteği yoktu, semtimiz yoktu, TMSF’den alınmış bir aile tarafından finanse edilen bir kulüptü ve yönetimle beraber bir yapı kurup çok başarılı bir hikaye yazdık. Ben orada tanındım. İstanbulspor’da başardıklarımız bende farklı bir lezzet bıraktı. Aykut kocaman hocama o gün sarfettiği cümleler için tekrar çok teşekkür ederim.

Kimse Onur Ergün’ü, Okan Kocuk’u, Zeki Çelik’i ve ismini sayamadığım bir çok değerli oyuncularımı tanımıyordu. Aslında hepimiz aynıydık ben de onlar gibiydim. No name oyunculardan ve antrenörden oluşan bir takımdık ama birlikte çok güzel bir işler yaptık. Hepsine buradan selamlarımı ve sevgilerimi iletiyorum. Fenerbahçe ile eşleşmemizin ikinci maçında yüzde 65 topa sahip olma oranıyla oynadık. 2B ağırlıklı bir kadroyla Fenerbahçe’ye karşı topa bu kadar sahip olmak kolay bir iş değildi. Orada büyük bir emek vardı. İlk sene 71 puan toplayıp ikinci olduk. O sene Ümraniyespor şampiyon olmuştu.

Sonraki sene birçok teklif alsam da İstanbulspor ile şampiyonluk yaşamak için kaldım çünkü yakaladığımız başarıyı şansa ve tesadüflere bağlayanlar vardı. Bu kendimizi ve yaptığımız işi bir kez daha ispat etme fırsatıydı aslında. İkinci sezonda hep birlikte başardık. Allah yüzüme baktı ve 68 puanla şampiyon olduk.

O sezon Pep Guardiola Bayern Münih’i çalıştırıyordu ve Avrupa’da en az gol yiyen iki takım Bayern Münih ile birlikte bizdik. Sadece 20 gol yedik ve harika bir şampiyonluk elde ettik.

Bu sezon Manisasporda görev yaptığınız dönemde 18 yaşındaki Ayberk Karapoya sıklıkla forma verdiniz. Daha önce Altayda 19 yaşındaki Cenk Özkacar, Bursasporda 20 yaşındaki Burak Kapacak, İstanbulsporda bir diğer 19 yaşındaki oyuncu Zeki Çelik, yine Bursasporda 17 yaşındaki Ali Akman, 22 gibi bir kaleci için çok genç sayılabilecek yaşta Okan Kocuk güvenip arkasında durduğunuz bazı genç yetenekler. Bu isimlerden Zeki Çelik daha önce Fransada PSGnin de olduğu bir ligde şampiyonluk kazandı. Şu anda da Romada Jose Mourinho ile çalışıyor. Cenk de bu sezon Valenciada sıklıkla forma şansı buldu. Ali Akman’ın daha önce yaptığı bir röportajda sizi gördüğü en iyi taktisyen olarak nitelendirmişti. Genç oyuncu yetiştirip oynatmada dikkat edilmesi gereken noktalar neler? Genç isimlerin takımlara büyük bir enerji kattığı ortada ancak tecrübesizliğin getirdiği hatalar da handikap gibi duruyor. Bu dengeyi nasıl ayarlıyorsunuz?

Ben oyuncunun yeterliliğini ve potansiyeli ile ilgilenirim ve yeterli görürsem oynatırım. Genç oyuncu hata yapabiliyor doğru. Peki tecrübeli oyuncular hata yapmıyor mu? Genç oyuncular bazen maç kaybettirebiliyor doğru. Peki tecrübeli oyuncular kaybettirmiyor mu?

Futbol böyle bir oyun değil. Tecrübeli oyuncular sıfır hatayla oynamıyor, genç oyuncular da sürekli hata yapmıyor. Öncelikle kulüplerin ne istediğini bilmesi lazım. Genç oyuncu ile oynarsak başarılı olamayız veya deneyimli oyuncular ile oynarsak başarılı oluruz gibi bir durum yok bana göre. Bu yeterlilik isteyen bir oyun. İhtiyacımız olan şey yaş veya pasaport değil. İyi oyuncu ve iyi olmayan oyuncu vardır diye düşünüyorum.

Bunlar yaşanırken genç oyunculara verdiğimiz zararların farkında değiliz. Allah bana yardım etti bugüne kadar hep çok karakterli genç oyuncularla çalıştım.

İnsanlar oyuncu yetenekliyse antrenmanlardan sonra rolünü açıklayınca hemen oynayabileceğini düşünüyor. Bu oyuncuların bir insan olduğunu unutmamak lazım. Genç bir birey var karşınızda. Bu gencin kaygıları var, rekabet dolu bir ortamda bulunuyor, ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. Mental olarak doğru şekilde hazırlamanız lazım. Oynatmak tabii ki çok önemli ancak oyuncuyu geliştirmek, zorlu rekabetçi bir ortama hazırlamak da önemli. Mental olarak oynamaya hazır, ayakta kalabilen oyuncu kendini ve yeteneklerini daha iyi ifade edecektir. Olgunlaşmayan hiç bir şey tadında değildir. Bunu yaş olarak söylemiyorum gelişme süreci olarak söylüyorum.

Çok yetenekli olup potansiyelinin altında kalan birçok oyuncu gördüm. Bunun sebepleri ile kimse ilgilenmiyor çok yetenekliydi ama olmadı deyip konuyu bu kadar basitleştiremeyiz. Sebepleri olmalı ve bulmalıyız bu sebepleri çünkü aynı vakalar karşımıza her zaman çıkacak.

Arda Güler seviyesinde yeteneğe sahip başka yetenekli oyuncularımız da mutlaka vardır ama Arda kadar öz güvenli olmayabiliyorlar. Hem yarışıp hem yetiştirmek gerekiyor ama bu planda zaman zaman sekteler olur. İki maç kötü gidince karalar bağlayıp strateji değiştirirseniz, genç oyuncular bundan etkilenir.

Geçmişte Ajax, Mbappe’li Monaco hem yetiştirip hem yarışan takımlardı ve bunları yapmak aslında çok zor değil ama ülke futbolu birçok konuda sürekli gelgit yaşıyor. Bu hafta kazanıp karalar bağlıyoruz, haftaya yenince şampiyonluk şarkıları söylüyoruz. Bu gelgitler genç oyuncuları çok olumsuz etkiliyor.

Bu çocuklar zaten yetenekli. Yetenekli olmasalar zaten o seviyeye gelemezler o yüzden bu oyunculara farklı destekler sunmak gerekiyor. Bu konuda spor psikologların da aktif rol oynaması gerekiyor. Şu an kulüplerde spor psikoloğu zorunluluğu var ama birçok kulüp aktif olarak kullanıyor mu? Bu arkadaşlar bazen haftada bir geliyor, bazen gelmiyor, bazen de sadece zorunluluktan ötürü lisansları çıkıyor ve kağıt üzerinde kalıyorlar.

Zeki Çelik mental olarak çelik gibiydi. Çok çalışkandı, tamamen hedefine kilitlenmişti ve gelişime çok açıktı. Lille’deki son senesinde ona sürekli Leeds United’ın sağ beki Luke Ayling’in videolarını atıyordum. İç koridorda attığı bir gol vardı ve yanlış hatırlamıyorsam Strasbourg deplasmanında Ayling’in attığı golün aynısını atınca bana mesaj atıp, “Leeds’te Ayling varsa Lille’de de Zeki Çelik var” demişti. 

Geçmişte Avrupa’ya gidip oradaki antrenmanların ağırlığından ve yoğunluğundan şikayet eden çok sayıda Türk oyuncu görmüştük. Zeki’nin genetik anlamda çok ciddi bir dayanıklılığı ve kuvveti var ama o da bu yönde bir şikayette bulununca ben çok şaşırmıştım. İlk dönemlerinde sadece fiziksel zaaf yaşadığını, taktiksel olarak ise hiçbir sorun yaşamadığını söylemişti çünkü biz onla çalıştığımızda üçlü savunmanın sağ stoperi, üçlü savunmanın sağ kanat beki ve dörtlü savunmanın sağ beki olarak kullanmıştık.

Zeki buradan gittiğinde hem üçlü savunmada hem de dörtlü savunmada neyi nasıl yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Lille’deki ilk sezonunda bir yıl boyunda atletik performans antrenörüyle özel olarak çalıştı ve kendini bu şekilde adapte etti. Avrupa’ya gidip erken dönen oyuncularımız büyük oranda atletik problemler nedeniyle dönüyor. Oyuncuların biraz kendilerini üzmesi ve yorması gerekiyor. Şikayet etmeden öğrenmek zorundasınız.

Cenk Özkacar önceki sezon Belçika’da oynarken ekip arkadaşım Arda Hoca onun için sürekli rakip analizleri hazırladı. Cenk’i her maça karşılaşacağı santrforun özelliklerini analiz edip, bunu izleterek destekledi. Cenk o hafta Jackson Muleka ile oynadığında Muleka’nın dikkat edilmesi gereken tüm özelliklerini biliyordu.

O da tamamen hedefine kilitlenmiş bir oyuncu ve kariyer basamaklarında hızla yükseleceğine inanıyorum. Cenk Lyon’a gittiğinde ben Denizlispor’u çalıştırıyordum ve bir stoper ihtiyacım vardı. Cenk’i kiralamak istedik ama Lyon altı ay boyunca oynamasa bile kulüpte kulüpte rehabilitasyon süreci yaşayacağını ve sonrasında Avrupa’dan bir lige kiralayacaklarını söylediler. Altı ay boyunca atletik performans çalışmalarıyla Fransa Ligi seviyesine geldi ve sonrasında kiralık olarak Belçika’ya gitti.

Ali Akman da bu tarz güçlü bir karakter ve Frankfurt'ta benzer bir süreç geçirdi. Bu tarz takımlar oyuncuyu önce fiziksel olarak hazır hale getirip sonrasında Avrupa'dan bir takıma kiralamayı tercih ediyorlar. Bu isimler güçlü karakterlerdi ama bazı oyuncular bu kadar güçlü olmayı başaramayabiliyor.

Genç ve yetenekli bir oyuncuysanız hayatınızın içine futbolu koyamazsınız. Hayatınızı futbolun içine koymanız gerekiyor. Bazıları hep bundan kaybetti. Sosyal hayatı çok seven birçok yetenekli oyuncu hedefine odaklanamadı ve profesyonelliği anlamadı. Belki de bizler anlatamadık. Bu noktada karşılıklı hatalar yapmış olabiliriz.

Türkiye’de biraz da öğretmen antrenör olmak gerekiyor. Altyapıdan oyuncuları hazır getiremiyoruz. Oyuncu aşağıdan geliyor ama sadece yeteneğiyle geliyor. Bundan 7-8 sene önce izlediğiniz çok yetenekli genç bir oyuncuyu 7-8 sene sonra izlediğinizde tekrar aynı oyuncuyu görüyorsunuz. Süratliyse hala süratini kullanıyor, dar alanda becerikliyse hala dar alan becerisiyle ayakta kalmaya çalışıyor. Bir çırpıda bu şekilde 10 oyuncu sayabilirim. 

Mesela Salih Uçan örneğini ele alalım. Fenerbahçe UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final oynarken Benfica deplasmanına 11’de başlamış bir oyuncu ama sonraki sezonun ilk haftasında Konya’da oynanan maçta iki taç atışında rakibin fiziksel müdahaleleriyle ayakta kalamayıp iki gol yedirdi.

Sonrasında Fenerbahçe’de bu sorunu giderememiş. Bu oyuncu iki sene Roma’da oynadı ve sonrasında 28 yaşında Alanya’da ortaya çıktı. Şimdi yazık değil mi Salih’in sekiz senesine? Bunu 28 değil 20 yaşında yapabilirdik. Bu ülkede Arda Güler, Emre Belözoğlu, Arda Turan gibi oyuncular çıkmaya devam edecek ama bu oyuncuları en iyi seviyeye getirmemiz gerekiyor.

Bu iş sadece yetenek işi değil. Atletik, psikolojik, z kuşağı olmalarından ötürü sosyal medya kısımları var. Kulüpler bu oyunculara dair birçok şeyi yönetmeli.

Türk futbolunun ekosistemi 10 senede bir Arda çıkartıyorsa oturup düşünmek lazım. Sadece bir tane olmamalı. Ülkemiz futbolla yatıp kalkıyorsa burayı iyi işlemek gerekiyor. Fransa tüm dünyaya yüzlerce oyuncu ihraç ediyor, biz de bunu başarabiliriz ama neden yapamıyoruz? Çok günlük planlarla gelecek inşa etmeye çalışıyoruz. 

Türkiye'de insanlar futbolla yatıp futbolla kalkıyor ama herhangi bir alanda bu kadar ilgi duyulan bir şeyde bu denli başarısız olmak çok garip değil mi? İnanılmaz bir sevgi ve ilgi var ama buna rağmen takımlarımız Avrupa kupalarında oldukça başarısız. 

Duygular, plansızlık çok ön planda. Sevinçler ve üzüntüler çok uç noktalarda yaşanıyor. Hala futbolculuk yıllarımızdaki öğretilerle ve ezberlerle yürümeye çalışıyoruz. Mesela bir takım devre arasına ilk üçte ya da son üçte girdiği anda transfer lazım görüşü öne çıkıyor.

Transfer demişken şu anda transfer dönemindeyiz ve taraftarların bu transfer çılgınlığına ilişkin neler söylemek istersiniz? Mesela takım geriden oyun kuramıyor ve buna dair hiçbir organizasyona sahip değil, geriden alan ön tarafa uzun vuruyor ancak taraftarlar bu organizasyonluğu konuşmak yerine çözümün transfer yapmak olduğunu düşünüyor. Ben bu durumu anlamakta zorlanıyorum.                   İlgimizin ve bilgimizin olmadığı her sektör için durum aşağı yukarı böyle. Konuya hakim değilseniz ve eldekini iyileştirmeye dair bir fikrimiz ya da planınız da yoksa değiştirmemiz gerektiği düşüncesi ortaya çıkar. Futbolda da böyle. Taraftar baskısı, basın baskısı yönetimleri de etkiliyor.

Teknik direktörlük yapıyorsunuz konunun uzmanısınız ama uzmanlığınız tartışılıyor.

Hayatını futbola vermiş, hayatının son 20 senesinde 24 saatin en az 15 saatini futbola ayırmış, bütün hafta takımla beraber olan insanların ekran başında izleyen futbolseverlerden çok değil sadece bir tık daha iyi biliyor olabileceği düşüncesine saygı göstermek gerekiyor ama onların gördüğünü teknik direktörün göremediğini düşünüyorlar.

Çok fazla sonuç odaklı bakıyoruz. Şurada bir işletme ya da iş kursak önce yatırım yapar, sonra yapılan yatırımın kendi kendini yönetmesini bekleriz ve ardından kar elde etme odaklı ilerleriz. Türkiye’de Haziran-Temmuz arası 20 oyuncu geliyor ve herkesi yenmek hedefleniyor. Hem herkesi yeneceksin, hem para kazanacaksın hem oyuncu satışı yapacaksın.

Avrupa’dan bir kulüp planlamasını yaparken sağ bekinin sezon sonunda kontratının biteceğini biliyor ve kendi oyununa uygun sağ bek aramaya bir yıl önceden başlıyor. Tüm oyuncular Türkiye’ye gelmek istiyor çünkü en çok transfer buraya yapılıyor. Her takım en az 15 oyuncu alıyor. Ligin sekizinci haftası oynanırken hala transfer yapılıyor.

Bu bana göre yanlış lig başlıyorsa transfer bitmeli. 10 tane alıyoruz istediğimiz sonuçlar gelmeyince hata payı olarak görüp, transferin bitmesine iki hafta kala beş tane daha alıyoruz. Sonra iflas ediyoruz. Ligin ilk haftası transfer bitmeli. Yapı ve planlama iyi organize edilmeli. İşin başına getirmiş olduğunuz uzmanlarınıza ve profosyonelerinize güvenmelisiniz. Liyakatlı bir seçim yaptıysanız bir sorun çıkmayacaktır.

Yine gençlerle ilgili bir başka merak ettiğim konu da teknoloji ve sosyal medyanın etkisi. Gennaro Gattuso daha önce yaptığı bir açıklamada maç kaybettikten sonra elinde telefonla eğlenen oyuncular görmeye dayanamadığını, kendi futbolculuğu döneminde takım maç kaybettiğinde tüm oyuncuların çok üzgün bir ruh haline büründüğünü söylemişti. Keza Mourinhonun da yeni jenerasyon oyuncuları eleştirerek, 23 yaşındaki Lampard adamdı. Şu anda 23 yaşında olan oyuncular adam değiller, onlar henüz çocuk” demişti. Sosyal medyanın özellikle genç oyuncuların motivasyon ve konsantrasyonlarının önünde bir engel olduğunu düşünüyor musunuz? Bu durumu nasıl aşıyorsunuz?

Bu ciddi bir antrenör problemi. Z kuşağının maalesef bu yönde bir odaklanma ve konsantrasyon problemi var. Kulüplerdeki profesyoneller mutlaka oyunculara bu doğrultuda destek vermeli. Bu sözleri söyleyenler haksız değiller biz de yaşıyoruz bunları. Biz anlatmaya çalışıyoruz ama olmuyor. Z kuşağı biraz farklı bir frekansta.

Mesela oyuncuya sigara içme diyoruz ama içiyor. Babasını dinlemiyor beni nasıl dinleyecek? Orada oyuncuya neden sigara içmemesi gerektiğini anlatmamız gerekiyor. Teknik direktörler bu kadar geniş yelpazeli bir destek sunamıyor çünkü çok daha öncelikli sorumluluk alanları var.

Aslında işin sosyal medya tarafı doğru yönetilse oyuncular için büyük bir motivasyon kaynağı da olabilir diye düşünüyorum. Mesela tribünde 20 kişinin olduğu bir hazırlık maçında attığınız güzel bir gol ya da yaptığınız şık bir asist sosyal medya sayesinde dakikalar içinde dünyanın dört bir yanından milyonlarca futbolsevere ulaşabilir. Bu da oyuncunun motivasyonunu bir anda çok yükseltebilir.

İnşallah, kulüpler bunları da planlar diye umut ediyorum.

Genç oyuncularla ilgili bu kadar konuştuktan sonra tüm dünyayı kasıp kavuran genç bir oyuncuya değinmemek olmaz. Henüz 18 yaşındaki Arda Güler artık bir Real Madrid oyuncusu. Ardanın bu çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kiralık olarak Fenerbahçede kalmak istememesi çok tartışılan bir karar oldu. Burada kalıp şampiyonluk baskısıyla geçecek bir sezonda yaşayacağı mental gelişim mi yoksa Luka Modric ve Toni Kroosun kanatlarının altında, Real Madriddeki son sezonunu geçirecek olan Carlo Ancelottinin öğrencisi olmak mı? Ardanın kararını ve Madriddeki geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben sosyal medyada oyuncu içerikli çok paylaşım yapmam ama, Arda beni o kadar etkiledi ki dayanamadım ve onun hakkında iki paylaşım yaptım. Bence son yıllarda gördüğümüz en büyük oyunculardan biri. Sadece 18 yaşında bir oyuncunun karar mekanizmasının bu kadar hızlı olması inanılmaz. Futbol oynamak için yaratılmış gibi.

İsim vermeyeyim ama Arda’dan daha yetenekli ve ondan daha hızlı genç bir oyuncuyla çalışmıştım ama karar mekanizması çok kötüydü. Bahsettiğim oyuncu topu aldığında inanılmaz dribblingler yapardı çünkü Arda’dan daha hızlıydı ama o dribbling sonunda alanı daraldığında sonu kötü bir tercihle bitiyordu. Bunu kendisine de söylemiştim ve geliştirmesi gerektiğini belirtmiştim.

Arda tam tersine çok dar alanlarda bile çok doğru tercihler yapıyor. Daha top gelmeden planları hazır. Çok hızlı karar veriyor ve sahanın her yerini görebiliyor. Bu bambaşka bir seviye, Arda şimdi her antrenmanda oyun zekası kendisi seviyesinde olan Modric ve Kroos’tan yeni bir şeyler öğrenecek ve öğrenmeye çok açık biri olduğu bariz.

Cenk Özkacar ve Ali Akman örneğinde olduğu gibi hemen kiralanmak yerine Real Madrid’de kalacağına ve uyum sürecini bu şekilde aşacağına inanıyorum. Real Madrid zaten La Liga’daki maçlarının büyük bir kısmını rakip kaleye 30 metre mesafede oynuyor. Top rakip kaleye yaklaştığında Arda zaman zaman mutlaka önemli katkılar yapacaktır.

Hiç tanıma fırsatım olmadı ama yüzünü görünce kendi evladımı görmüş gibi seviniyorum, Allah yolunu açık etsin ve bize de onun gibi oyuncular yetiştirmeyi nasip etsin.

Bir de şu açıdan bakmak lazım Real Madrid bile transfer stratejisini değiştirdi ve artık geleceğe yatırım yaptığı transferlere odaklandı. Buradan ülke futbolumuz adına bir çıkarım yapabiliriz. Dünyanın en büyük kulübü bile tüketmek yerine üretmeye odaklandı. Bizim genç bir oyuncuya Real Madrid gibi 20-30 milyon verme şansımız yok ama bize göre daha alt liglerde yer alan liglerdeki hemen her genç ve potansiyelli oyuncuyu ülkemize getirebiliriz. Sürekli tüketme işini artık rafa kaldırmalıyız.

Pep Guardiolanın Barcelonadaki ilk sezonu 2008-2009 sezonuydu ve bize o ana dek hiç izlemediğimiz bir oyun izletmişlerdi. Röportaja hazırlanırken Barcelonanın o ilk sezondaki topa sahip olma istatistiklerine bir göz attım ve 600 pas barajını 38 haftalık lig maratonunda sadece iki kez aştıklarını gördüm. Aradan geçen 15 yılın ardından bu sezon İspanya 2. Liginde yer alan FC Andorra takımı bu sezon bunu tam 12 kez başardı. Aradan geçen 15 yılda futbolun kesin ve net bir evrim geçirdiğini ve elit seviyede başlayan bu evrimin zamanla dünyanın dört bir yanında alt liglere bile yayıldığını görüyoruz. Futboldaki bu değişimde size göre temel faktörler neler oldu? Futboldaki bir sonraki değişim sizce nasıl yaşanacak? Oyun fiziksel açıdan uç noktaya geldi. Taktiksel açıdan ne gibi yenilikler görebiliriz?

Daha önce yanlış hatırlamıyorsam 2017 yılında Futbol Akademi için bir video çekmiş ve hızın öneminden bahsetmiştim. Bence futbol artık dizilişlerin olmadığı bir yapıya doğru gidecek. Sayısal üstünlüklerin ön plana çıktığı, saha içi geometrisinin öne çıktığı bir dönemin bizi beklediğini düşünüyorum.

Mesela rakip beş kişiyle savunma yapıyorsa hücuma altıncı oyuncuyu göndermenin yolunu bulmam lazım. Oyunun dikey ve yatay hatları arasında bir yerde aşırı yüklenme yapıp hızlıca ters tarafa dönerek oradaki boşluğu kullanabilmem gerekiyor. Manchester City son dönemde stoperi John Stones’ı orta sahaya ekliyor. Daha önce de bek oyuncularını ekliyordu.

Artık dizilişlerden bağımsız şekilde oyun felsefesinden bahsetmemiz gerekiyor. Siz topa sahip olup oyunu kontrol etmek istiyor musunuz istemiyor musunuz önce bunun kararını vermelisiniz. Futbol hücum, savunma, hücumdan savunmaya geçiş ve savunmadan hücuma geçiş olmak üzere dört ana unsur üzerine ilerleyen bir oyun. Elbette bu ana unsurların alt unsurları da var.

Tabii işin atletizm tarafını da unutmamak gerekiyor. Futbol artık Peter Crouch gibi isimleri değil Erling Haaland gibi oyuncuları talep ediyor. EURO 2008’de Andriy Arshavin piyasaya çıktığında izlettiği hareketliliği futbol dünyasında önemli bir yenilikti. Biz o zaman Türkiye’de Mehmet Yıldız gibi statik santrforlarla oynarken, Arshavin’in mobil oyunu büyük bir değişimdi.

Ardından Servet Çetin gibi stoperler yerine daha çok orta saha tekniğine yakın stoperler görmeye başladık. Futbol her geçen gün değişiyor ve gelişiyor.

Dizilişlere çok fazla takılmamak gerekiyor. Diziliş sadece top rakipteyken var. Bana bu hafta x rakibe karşı nasıl oynayacağımı sorarsan bende bunun cevabı inan ki yok. Sen bana rakibimin top bendeyken nasıl savunacağını söylersen ben de o zaman nasıl hücum edeceğimi söyleyebilirim.

Artık hem topa sahipken yaratıcı olabilen hem de geçişi iyi yapabilen daha kompakt takımlar kurmak gerekiyor. Rakip topu verip 5-4-1’le sete zorlarsa ve hasbelkader birinci dakikada gol bulursa 89 dakika boyunca ne yapacaksınız? Bu yüzden tek yönlü olamazsınız. Oyunu kontrol etmek zorundasınız. Ben bu duyguyu hissetmek istiyorum ve topu rakibe vermek beni biraz korkutuyor.

Topa sahip olup oyunu kontrol etmek istiyorum, top bendeyken rahatım. Bu topu sürekli birinci bölgede tutmak değil amacımız topla rakip kaleye yaklaşmak. Topu kontrol edip, rakibi iterek oyunu rakip kaleye yaklaştıralım istiyoruz. Mesela son dönemde Roberto de Zerbi de bu yönde ama onun oyununda baskıya davet gibi faktörler de var.

De Zerbiyi Shakhtar’ı çalıştırdığı dönemde Fenerbahçe ile oynadıkları hazırlık maçında statta izleme imkanı bulmuştum. Brezilyalı stoperleri Marlonun ceza sahasında topu ayağında tutup rakip oyuncuların presini beklemesi harika hissettirmişti.

Geçtiğimiz günlerde benzer bir sekansı alt yaş kategorilerinde İngiltere Milli Takımı’nda da gördüm.

Bu ve geri kalan tüm topa sahip olma detayları bana keyif veriyor ve takımlarımın her zaman topa sahip olmasını istiyorum ama topu istemeyen teknik direktörler de var.

Marlon’un yaptığı baskıya davet dediğimiz şey ve De Zerbi’nin takımlarında sıklıkla görüyoruz. Topu istemeyenlerin olduğu doğru ve saygı duymak gerekiyor. Aslında onlar da oyunu kontrol etmek istiyor ama işin yönetim ve taraftar tarafı da var ve bu unsurlar genellikle bu tarz oyunları sevmiyorlar.

Son dönemde üst düzey futbolda birçok büyük takımın üçlü savunmayı tercih ettiğini görüyoruz. Öyle ki İstanbulda oynanan son Şampiyonlar Ligi finalindeki iki takım da üçlü savunma takımlarıydı. Manchester City ya da Gasperininin Atalantası oynadığında müthiş bir hücum zenginliği izleten üçlü savunma ülkemizde pek sevilmiyor. Elit takımların birçoğunun tercih ettiği üçlü savunmanın Türkiyede istenilen sonucu verememesinin sebepleri sizce nedir? Üçlü savunmanın ne gibi avantajları ve dezavantajları var? Türk oyuncuların üçlü savunma oynamak istemediği doğru mu?

Üç Büyükler’den bir takım üçlü oynayıp maç kaybettiğinde fatura tamamen üçlüye çıkıyor ama dörtlüyle kaybettiğinde herhangi bir ihale yok. Dörtlüyle kaybettiğinde her şey normal, üçlüyle kaybettiğinde anormal.

Atalanta da üçlü savunma oynuyor ancak Atalantanın sağ ve sol stoperleri rakip yarı alanda belki 60 kez topla buluşurken, siz üçlü oynarken sağ ve sol stoperleriniz rakip yarı alanda birkaç kez topla buluşunca hücum yapmanın zorlaşması kadar normal bir şey yok zira üçüncü stoperi ve kaleciyi de düşündüğümüzde dört kişi zaten oldukça pasif bir durumda demek oluyor. Geri kalan oyuncularla da oyun 7v11e dönüşünce istenen hücum akışkanlığının yakalanması zaten pek mümkün değil. Yani örneğin Atalantanın üçlüsüyle Süper Ligde denenen ancak pek de tatmin etmeyen üçlü savunmalar arasında dağlar kadar fark var ama ülkemizde bu tarz detaylar göz önünde bulundurulmadan üçlüyse olmaz ezberi hakim gibi görünüyor. Sizce bu ezberlerin kaynağı nedir?

Şu anda dünyada bu tarz genellemeler yok ama biz ülke olarak bunu aşamadık. Yıllarca gole ihtiyacı olan  takımların ikinci santrforu oyuna alması gerektiği ezberiyle uğraştık. 4-4-2 isteniyor, Önde hep iki hücumcu isteniyordu çünkü önde iki hücumcu oyuncu bulundurunca daha iyi hücum edeceğin yönünde bir algı vardı ancak bu son yıllarda kırıldı.

İnsan bilmediğinin düşmanı olur. Ayrıca bilinmeyen şey korkutur. Şimdi bir ormanda eşekle ya da köpekle karşılaşsak korkmayız ama ikisinin arasında hayatımızda ilk defa karşılaştığımız bir hayvan olsa bizi korkutur çünkü bilmiyoruz. Bu hayvan belki dünyanın en naif canlısıdır ama bilmediğimiz için korkarız.

Bu yüzden bilmediğimiz için bu tarz yorumlar yapıyoruz. Bu ülkede üçlü oynanmayacağını söyleyen çok kişi gördüm.

Bazıları da daha ileri gidip oyuncu kadrosunun üçlüye uygun olmadığını söylüyor. Kadronun üçlüye uygun olmadığını söylemek gerçekten bir uzman yorumdur ve ben bunu ancak takımla çalışma fırsatı bulabilirsem söyleyebilirim. Mesela bu cümle kurulurken arkadaki üç oyuncunun üçlüye uygun olmadığını mı söylüyorsunuz yoksa bütün takımdan mı bahsediliyor?

City dörtlü oynuyor ama Stones çıkınca üçlü oluyor. Stones yerinde kalsın, Walker çıksın yine üçlüsün. Neden böyle takıntılarımız var?

Futbol şu anda böyle bir durumda değil.

Rakip eğer önde iki hücumcuysa siz orta sahadan bir oyuncunuzu yanaştırıp top çıkartmak için 3v2 olabilirsiniz ve olası bir top kaybında savunmanızın 3v2’ye uygun olduğundan emin olmaya çalışırsınız. Rakibiniz tek santrforsa beklerinizi içeride konumlandırıp stoperlerinizle 2v1 oynayabilirsiniz.

O zaman bu takım sahaya nasıl çıkacak sorusu doğuyor. Bu takım dörtlü savunma üzerinden inşa edilecek veya tamamen Samsunspor gibi üçlü oynayacaksınız.

Üçlü oynamanın handikapları var mı elbette var. Üçlü oynarken hücuma fazladan bir oyuncu gönderebilmek elbette avantaj ama top rakibe geçtiğinde beklerinizle savunmayı beşlemeniz gerekiyor. Bu sefer iki bekiniz rakip kaleden 80 metre uzaklaşıyor ve bu şekilde hücum etmek zorlaşıyor.

Ben takımlarımı 4-3-3 olarak antrene eder ama taktiksel olarak her zaman esneklik gösteririm. Zaman zaman 5-4-1 oynayıp derinde beklediğim de oldu. Takımınıza bunları verirseniz, bunları yapabilirsiniz. Bazen bazı oyuncuların üçlü oynamak istemediği doğru. Buna benzer durumlarla biz de karşılaştık çünkü oyuncular alışkanlıklardan kolay vazgeçmiyor. 15 yıldır çizgide oynayan bek içeride oynamayı kabullenemiyor. Değişime pek açık değiliz. Pozitif bir değişim gelişimdir. Biraz konfor alanımızdan çıkmamız gerekiyor.

5-10 metreye pas atabilen herkes futbol oynayabilir bu çok zor bir şey değil sadece uyum sağlayabilmek gerekiyor. Oyuncular antrenöre inandığı zaman üçlü dörtlü çok fark etmiyor. Dörtlü oynadığınızda rakip iki santrfor oynadığında bir bekinizi çıkartıp diğer bekinize biraz daha defansif oynamasını ve geride kalmasını söyleyince zaten tek hamleyle üçlüye dönmüş oluyorsunuz mesele bu kadar basit. Diziliş ve rakamların önemsiz olduğunu oyun felsefenizin  daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Şampiyonlar Ligi finaline değinmişken yine burada dikkat çeken bir nokta üzerinden devam etmek istiyorum. Interin kalecisi Andre Onana maç boyunca sıklıkla topla buluştu ve hem attığı hem de aldığı paslarla birçok kez Manchester Citynin ön alan presinin kırılmasını sağladı. Modern futbolda kalecileri oyuna dahil etmek artık kaçınılmaz bir gerçeklik gibi görünüyor ancak sizin Bursasporda bu şekilde oynatmanız nedeniyle özellikle yerel basın tarafından oldukça eleştirildiğinizi hatırlıyorum. Tüm bu eleştiriler oyununuzu değiştirme konusunda sizi zorluyor mu? Bir de oyuncuları daha önce deneyimlemedikleri bir oyuna ikna etme süreçleri nasıl ilerliyor? Ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?

Kişiye göre değişkenlik gösterebiliyor. Mesela Abdullah Avcı Beşiktaş’ta beklerini içeride konumlandırmak istedi ama hem Caner Erkin hem de Gökhan Gönül o tarz bir oyun oynamaktan hoşlanmadı. Bunlar olabiliyor oyuncuları ikna etmeniz gereken durumlarla karşılaşabiliyorsunuz. Oyuncunun becerileri oynamaya uygun ise onu inandırabilirsiniz.

Ben sahada çok fazla pas opsiyonu oluşturmak istiyorum. Doğan Alemdar’a Kayseri’de hiç eliyle antrenman yaptırmadık. Doğan 10 yaşından beri zaten top tutuyordu dört ay daha çok ayaklarını kullanması yönünde antrene ettik. Ayak tekniği iyi bir kaleciniz varsa üstünlük kurma şansı veriyor size. 2014 Dünya Kupası’ndaki Arjantin-Almanya maçında Manuel Neuer’in topla buluşma sayısı Lionel Messi’den daha fazlaydı.

Top bizim kalecimizdeyken rakip kaleci prese katılmadığı için 11v10’luk bir durum oluşuyor. Eğer doğru yerleşiyorsak, alanı iyi paylaşıyorsak topu ancak içimizden biri kötü kullanırsa kaybederiz. Bu alınabilir bir risk mi? Ben bu riski satın alıyorum. Ben bu riski alıp nasıl kazanacağıma karar verirken aslında nasıl kaybedeceğimi de seçiyorum.

Francesco Farioli Alanyaspor'da görev yaptığı dönemde geriden oyun kurarken kaptırılan toplar sonrasında yenen gollerle bir hayli eleştirilmişti ama Alanyaspor Farioli'nin ardından da goller yedi ve maçlar kaybetti. Bu şekilde oynayınca gol yiyebiliyorsunuz ama bu şekilde oynamayınca da gol yemeyeceğinizin garantisi yok zaten. 

Bu Okan Kocuk ve bizim hikayemiz.

Rizespor’un şampiyon olduğu sene İstanbulspor’da onlarla oynayacağımız maça son derece motiveydik. Maça çok iyi hazırlandık ve kesinlikle yeneceğimize inanıyorduk. Rizespor’un önde oynaması gerekiyordu ve çok kalabalık hücum edeceklerini biliyorduk. Tamamen arkadaki boş alanlara hücum etmeye odaklandık ama maçın henüz 30. Saniyesinde Vedat Muriqi’nin baskısı sonrasında Okan topu kale içine doğru çekip vurmak isterken top Muriqi’ye çarptı ve gol oldu. Bütün planımız tamamen bozuldu. Topu alıp hücum etmemiz gerekti ki hiç böyle bir stratejimiz yoktu.

Okan devre arasında takımdan özür diledi. O gün ona orada ona aynı şekilde oynamaya devam etmesini söyledim. Sezon boyunca bu şekilde bir, bilemedin iki gol yersiniz. Biz o güne kadar Okan’ın o şekilde oynaması sayesinde çok fazla puan kazanmıştık.

Bursa’da yana oynasak tepki, geriye oynasak tepki, kaleci çıksa tepki…

Geriye ya da yana oynamazsanız hücum edemezsiniz bunu Türkiye’de anlatamıyoruz. Sizin amacınız topu hareket ettirirken, rakibide hareket ettirmek. Dikdörtgen bir alanda topu rakip kaleye götürmek için iki tane seçeceğiniz var. Ya direkt vuracaksınız ya da endirekt şekilde paslaşıp götüreceksiniz. Üçüncü bir yol yok. Uzun vurduğunuzda rakip savunmadan seken topu alıyor, önde de iki tane hızlı ve çabuk oyuncusu varsa kontra atakla hemen gole gidiyor ama pas yapınca kızanlar bunu göremiyor.

Şimdi biraz Süper Lig üzerinden işin taktiksel tarafına girmek istiyorum. Beş büyük ligde 3'e giren 15 takımdan sadece Manchester United’ın direkt atak sayısı build up sayısından yüksek. Süper Ligde ise ilk üçte yer alan takımların tamamı bu şekilde direkt oyunla build uptan daha fazla atak yapmış. Bu bizi Süper Ligde skoru almak için geçiş oyunu kovalamanın topa sahip olmaktan daha fazla tercih edildiği ve daha geçerli bir geri dönüş verdiği sonucuna ulaştırıyor. Süper Lig ve Avrupa futbolu arasındaki bu keskin farkı nasıl değerlendiriyorsunuz? Süper Ligde daha önce Abdullah Avcı’nın Başakşehiri, Çağdaş Atan’ın ve Francesco Fariolinin Alanyasporu gibi topa sahip olmayı öncelik olarak belirleyen takımlar gördük ancak hiçbir büyük takım şu ana dek bunu oyununun temeli olarak görmedi.

Manchester United’ın oyun formatı önceki sezon görev yapan Ralf Ragnick’in sürekli top kazanıp, kazanılan toplarla direkt kaleye gitme şeklindeki anlayışından izler taşıyor gibi görünüyor.

Süper Lig’e dönecek olursak antrenörlerin geçiş oyunu oynamasının sebebi bence teknik direktörlerin bu şekilde kendilerini daha güvende hissetmelerinden kaynaklanıyor. Top rakipteyken takımınızın duruşu nasıl hücum edeceğinizi gösterir. Top rakipteyken en ön alanda pres yapıyorsam önelikli amacım kaptığım toplarla kaleye zaten yakın mesafedeyken direkt kaleye gitmek olur. Ama geride gelip ikinci bölgede bekliyorsam rakibi hataya zorlayıp geçiş hücumu yapacağım demektir.

Türkiye’de geriden oyun kurmalar çok güçlü değil çünkü bu tarz geriden oyun kurmalı oyunlara yönelik bir muhalefet var ve bu Farioli ile her geçen gün biraz daha çoğaldı. Aslında Farioli yokken biz bunu zaman zaman fark ettirmeden yapıyorduk ama Farioli’nin De Zerbi gibi baskıya davet eden oyunu çok göze battı çünkü bunu anlamak için oyunu fazla bilmeye gerek yok. Oynanan oyunda topa sahip olan bir adam durarak bekliyor ve bu da oyundan çok anlamasanız bile dikkatinizi çeker. Farioli’nin takımı gol yediğinde bu nedenle çok fazla tepki oluyor.

Yeni jenerasyon hocalar şu pas oyunundan vazgeçsin diyen çok oluyor. Metodolojide de sıkıntımız var. Bunun adı pas oyunu değil. Passız bir futbol olması mümkün değil. Bu bir pozisyon oyunu ve çok detayı var. Türkiye Ligi’nde geçiş oyunu oynamak bu nedenle daha kolay. Sadece teknik direktörler için değil oyuncular için de kolay. Top rakibe geçince bekle, pas hatası olunca kazan ve ileri çık. Plana gerek yok, zor bir şey değil. Yanlış anlaşılmasın ben bunu aşağılamıyorum. Kullanılabilir ve zaman zaman ben de kullanıyorum.

Düşmemeye oynayan bir takımın bu oyunu oynamasını anlayabiliyorum ama şampiyonluğa oynayan ve hem transferde hem de başka birçok alanda çok büyük imkanlara sahip kulüplerin futbolseverlere daha fazlasını sunması gerektiğine inanıyorum. Yani Yalçın Koşukavak Denizlispor'da bunu oynatsa anlayabilirim ama şampiyonluğa oynayan bir büyük takımda bunu oynatırsanız bence siz de eleştirilmelisiniz. Büyük takımlarda bunu tercih etmek biraz ucuz bir yöntem gibi geliyor bana. 

Büyük takımda zaten böyle oynayamazsınız. Geçmişte büyük takımda bunu deneyenler oldu. Saygı duymak gerekiyor. Belki buna inanıyorlar ya da kendilerini bu şekilde güvende hissediyorlar ama ben top rakipteyken kendimi hiçbir şekilde güvende hissedemiyorum. Top rakipteyken tehdit edildiğimi düşünüyorum. Top niye rakipte dursun, bizde kalsın.

Ben oynuyorum sen koşuyorsun. Nereye kadar koşacaksın? Bu bir sabır işi topla oynarken mi daha çok sabırlı olabilirsiniz yoksa koşarken mi? Topun peşinde koşan takım bir noktada boşluk verecek ve bizde bu boşluğu kullanmaya bakacağız. Ben topun bende kalmasının en doğrusu olduğuna inanıyorum ki zaten sadece büyük takımda değil düşmemeye oynayan bir takımda da geçiş oyununu ana plan yapamazsınız. İç sahada kazanmanız gerekiyor ve sizle aynı hedefi paylaşan takım kapanıp bekliyor.

Ya da ilk dakikada gol yediğinizde ister istemez topu alıp oynamanız gerekiyor. Bunun adı bir oyunsa oynamak gerekiyor.

Pablo Aimar büyük bir oyuncuydu ve şu anda Arjantin A Milli Takımı’nda yardımcı antrenörlük yapıp, alt yaş gruplarında bir milli takımın sorumluluğunu üstleniyor. Bundan birkaç ay önce bir açıklama yaptı ve bazı teknik direktörlerin saha içindeki her şeyi yönetmek istediğini ama teknik direktörlerin asıl işinin oyuncuları sahada rahat hissettirmek ve karar mekanizmasını onlara bırakmak olduğunu söyledi. Bu benim kişisel olarak katılmadığım bir görüş ve bana kalırsa oyun tam da bu görüşün aksine her geçen gün biraz daha fazla teknik direktörlerin oyunu olmaya doğru gidiyor ama Aimar’ın bu açıklaması doğrultusunda şunu sormak istiyorum, oyuncuların sahada kendini rahat hissetmesi performans için ne kadar önemli ve bunun için gerekirse oyuncuya saha içinde tamamen özgürlük tanımak doğru mu? Teknik direktörlüğünüz boyunca hiç böyle bir yönteme başvurduğunuz oldu mu?

Bu Aimar’ın kendi fikri ama bence tam olarak böyle değil. Oyuncuların özgür olması gerektiğine katılıyorum ama nerede?

Geriden oyun kurarken top birinci bölgedeyken kimse özgür olamaz. Kaleye yakın çalım atamazsınız, doğru yerde doğru açıda durmanız gerekiyor. İkinci bölgede de özgür değilsiniz çünkü geçişi gerçekleştireceğiz. Üçüncü bölgede ise antrenör tamamen ölüdür. Üçüncü bölge oyuncunun özgürlük alanıdır. Birinci ve ikinci bölgede özgürlük olursa takım çok dağınık bir görüntü sergiler.

Futbol kaotik bir oyun ve sahada kaos var. Bu kaosu sistematik bir şekilde yönetmemiz gerekiyor. Özgür ruhlardan bir futbol takımı yaratamazsınız. Sahanın her yerinde özgür olamazsınız bu imkansız. İnsanlar bile belki sadece evlerinde ve odalarında özgürler. Herkes özgür olursa toplumda bir kaos çıkar. Bu yüzden Aimar’a katılmıyorum.

Oyuncuların yeteneklerini ifade edebilmesi için özgür olmalarını kabul ediyorum ama bu kaosu yönetebilmek için herkes sistem içerisindeki görevini yerine getirmeli ve özgür olmalı. Stoper topu alıp yanındakine vermezse ne yapacağız? Orta saha oyuncularım pas bağlantısı olmaya gelmez, yardımcı olmazsa ne olacak?

Vitor Frade 35 yıl üzerinde çalıştığı taktiksel periyotlandırmada karmaşıklık teorisinden bahseder. Mesela annem yıllar önce futbol için bir topun peşinden 20 kişinin koştuğunu söylerdi. Bu futboldan hiç anlamayan birinin kaosu ifade etme şeklidir ve doğrudur da. Bizim yapmamız gereken bu kaosu yönetebilmek.

Aimar River Platete oynadığı dönemde topa her zaman sahip olduklarını ama Valenciaya geldiğinde kendini topu rakibe verip kontra atak kovalayan bir takımın içinde bulduğunu, ilk zamanlar zorlandığını ancak Benitezin tüm kadroyu kendi oyununa ikna ettiğini söylemişti. O röportajdan aklımda kalan bir söz: "Bir teknik adam takımdaki 20 oyuncuyu bir oyuna ikna ederse, o takımı yenmek çok zor olur. Uyum sağladım ve şampiyona olduk..."

Teknik direktörlerin kadroyu kendi oyununa ikna etmesi başarı için olmazsa olmaz bir faktör mü? Geçtiğimiz sezon Wout Weghorstun maç sonu açıklamalarında Valerien Ismaelin oyununu eleştirdiğini anımsıyorum ki zaten sonrasında kısa süre sonra hocanın görevine son verilmişti.

Evet oyuncuyu oynamak istediğiniz oyuna ikna etmek en önemli faktörlerden biri. Oyuncu grubunu ikna etmeden başarılı olamazsınız. Tabii bunun bir de fiziksel gereklilikleri var. Siz Weghorts gibi bir oyuncuyu kaleden 80 metre uzakta tutup geçiş yaptıramazsınız. Her oyuncuyla her oyunu oynayamazsınız.

Manisa’da çok fazla oyuncu değiştirdim çünkü ön alan baskısı yapmak istediğimde baskı hızı yüksek oyuncuları tercih ettim, topa sahip olmak istediğimde ise topu tutan Gakpa gibi oyuncuları kullandım. Bu büyük oranda kadro mühendisliğiyle alakalı bir durum.

Kafanızda topu rakibe verip bekleyerek oynamak varsa arkada bulacağınız 40-50 metreleri toplu veya topsuz kat edebilecek oyunculara ihtiyacınız var ve bu oyuncu Weghorts değil. Oyuncu da kendini biliyor ve bu oyun Weghorst’un işine gelmediği için oyuncu canlı yayında hocayı ve oyun sistemini eleştiriyor.

Oyuncuyu ikna edebilirseniz başarılı olursunuz ama burada kadro yapısını ve oyuncu profillerini gözardı etmemek gerekiyor.

Rafa Benitezden devam edelim… Bundan üç yıl önce Topa sahip olma takıntısı mantıklı değil bunun için kaleden forvete kadar çok fazla kaliteye ihtiyacınız var ve sadece birkaç takım bu kaliteye sahip” demişti.

Bunu diyen insan hem Şampiyonlar Ligini hem de UEFA Kupası’nı kazanmış biriyse oturup düşünmek gerekiyor diye düşünüyorum. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kadro kalitesi ne ölçüde olursa olsun topa sahip olmayı istemek romantiklik mi yoksa günün sonunda önemli olan şey skorlardan bağımsız şekilde bir kimlik oluşturmak mı?

Bence romantiklik değil. Bizim amacımız sadece topu almak değil ki. Bizim derdimiz topu rakip kaleye taşımak. Zaten birinci ve ikinci bölgede çok pas yapıp üçüncü bölgeye çok fazla girememişsen bir şeyleri iyi yapamamışsın demektir. Şimdi maçlar oynandıktan sonra soyunma odasında hemen topa sahip olma oranımıza ve gol beklentisi oranımıza bakarım.

Topa yüzde 70 sahip olduğum bir maçta rakip ceza sahasına dört kere girdiysem bir yerde problem var. Biz buna talip değiliz ki. Zaten bu şekilde oynayıp rakip kaleye gidemiyorsak oyunumuzu değiştiririz.

La Masia’dan aldığımız bir kurs var. Domenec Torrent de o kursta anlatıcılardan biriydi. Torrent pozisyon oyununun topu rakip kaleye taşıma amacıyla 5-10 metreye pas atabilen her oyuncuyla oynanabileceğini söylemişti. 50 tane oyun konsepti var. Eğer oyuncu kaliteniz yüksekse 10. aşamadan başlayıp kalabalık şekilde çalışabilirsiniz. Eğer oyuncu kaliteniz düşükse bu sefer iki stoper, bir altı numara ve iki bekin olduğu küçük bir rondo (belirli bir alan içerisinde top kapma) çizer 4v2, 4v3 gibi çalışmalar yaparsınız ve bu konseptleri geliştirerek 50. aşamaya kadar gelirsiniz.

İspanyolların bakış açısı bu şekilde herkesin oynayabileceği görüşünü destekliyor. Kaliteye ihtiyaç var mı derseniz bu çok fazla tartışmaya açık bir konu ama ben de zaman zaman kalite gerektiğini düşünüyorum çünkü bazen oyuncularım çok anlamsız top kayıpları yapıyor.

Bu tartışmadan kurtulmanın yolu duruma göre davranmak. Sizden daha zayıf bir takım geldiğinde topla oynamaya mecbur olabilirsiniz. Sizden daha güçlü bir takım geldiğinde ise topu verip beklemeyi seçebilirsiniz. Bazı durumlarda kazanmak oynamanın önüne geçiyor bu da tartışmasız bir gerçek. Türkiye’de kimse size, “Güzel oyna da istersen her hafta üç ye” demez.

2019-2020 sezonunda Fenerbahçenin başına geçmeye çok yakındınız ancak bir teknik direktörün aynı sezonda en fazla iki takım çalıştırabileceği yönündeki kurala takıldınız. Fenerbahçe Türk futbolunun zirve noktalarından biri ve bu işi yapan hemen her antrenörün de hayallerini süsleyen bir kulüp. Elbette bu fırsatı gelecekte de yakalamanız mümkün ancak zaman zaman dönüp olsaydı çok iyi bir iş çıkartabilirdim diye düşündüğünüz oluyor mu?

Olmuyor çünkü o sırada sezonun tamamlanmasına dokuz hafta vardı ve son dokuz haftada iddiasını kaybetmiş Fenerbahçeli oyuncuları topa sahip olma oyununa ikna etmek kolay değildi. Büyük takımlarda oynayan oyuncular şampiyonluktan koptuktan sonra bütün motivasyonlarını kaybediyor. O günkü şartlarda kariyerim açısından uygun bir tercih değildi.

Julian Nagelsmann teknik direktörlüğün taktik bilgisinden ziyade büyük oranda iletişimle ilgili olduğunu söylemişti. Bunu diyen birinin Bayern Münihten iletişim problemleri nedeniyle kovulması elbette tirajikomik bir durum ama iletişim, motivasyon gibi faktörler ne derece önemli? Yani biraz taktik bilgisi, bolca iletişim kabiliyeti ve motivasyonla iyi bir teknik direktör olmak mümkün mü?

Mümkün değil. Teknik direktörlük içerisinde çok farklı parametreler barındırıyor. Burada bizim iletişimden ne anladığımız da önemli. Türkiye’de bu kavramları istediğimiz yöne çekiyoruz. Hoca oyuncunun her istediğini yaparsa iletişimi çok iyi, oyuncuyu oynatmazsa iletişimi kötü. Yönetici bir talepte bulunur hoca bunu net şekilde geri çevirirse iletişimsizlikle suçlanırsınız.

Ahmet hocayı oyuncular çok seviyor… Oyuncular çok seviyor çünkü Ahmet hoca talepkar değil. Ee peki nasıl antrenör dediğinizde aldığınız cevap iyi insan olduğu. Türkiye’deki iletişimi ben anlayamıyorum. İletişim tabii ki çok önemli bir yol ve insanız , iletişim ile birbirimizi anlayabiliriz. Ama sizin bu iletişimden ne beklediğiniz ile ilgili bir durum bireysel menfaat mi yoksa takım menfati mi?   

Nagelsmann’ın iletişimi Hoffenheim’da çok iyiydi de Bayern’de mi kötü oldu? Oradaki 30 oyuncu hiç sorgulanmıyor. Bayern’de kulübün bir yapısı var onlar da sorgulanmalı bence.

Türkiye’de bir futbol takımının içerisindeki bütün olayları teknik direktör üzerinden okumayı ne zaman bırakacağız? Herkes ve her şey teknik direktör üzerinden konuşuluyor. Takım maç kazanıyor oyuncu kalitesi deniyor ama aynı takım kaybettiğinde sorumlu teknik direktör oluyor. Transfer yapılıyor ya da yapılmıyor sorumlusu teknik direktör oluyor.

10 yönetici, 30 futbolcu, 10 da antrenör var. 50 kişilik organizasyonda her şey teknik direktör üzerinden değerlendiriliyor. Bu durum bütün dünyada var ama bizim ülkemizde çok daha fazla uç noktalarda. Tv ve sosyal medya platformlarında sürekli teknik direktörlerin üzerinden yorumları biraz sığ yorumlar olarak görüyorum.

Kazanınca takım kazanıyor, kaybedince hoca kaybettirdi.

Jose Mourinhonun birkaç sene önce, Oyuncularımın beni sevmesini istemiyorum çünkü sevdikleri hocaları üzüyorlar” şeklinde bir açıklaması vardı. Oyuncuların sizi sevmesini ister misiniz? Bu konudaki ilişkileriniz nasıl?

Bence saygı daha önemli. Birbirimize saygı duyuyorsak sevmeye de bir sebep var demektir.

Oynattığım seviyor, oynatmadığım sevmiyor, arada bir oynattığım arada bir seviyorsa zaten olmaz. Profesyonel bir iş yapıyoruz. Para kazanıyoruz, kariyerimizi ortaya koyuyoruz. Taraftarların beklentileri var. Birbirimizi sevebilmek tabii ki çok güzel ama bu sevgi menfaat üzerinden gidecekse çok lüzumsuz ve olmaz. Milyonlarca taraftarları olan, milyonlarca euro yatırım yapan kulüplerde sırf sevdiğim için Ahmet’i oynatamam. Böyle sevgi olmaz. Bunun adı da sevgi olmaz

Bizim birbirimizi sevmeye ihtiyacımız olduğu gibi, birbirimize saygı göstermeye çok daha fazla ihtiyacımız var.

Almanya demişken Bundesliga üzerinden başarı algımız hakkında da fikirlerinizi almak istiyorum. Dortmund Bundesligada son haftaya lider girdi ve şampiyonluğu kaybetti. Sporda başarı ve başarısızlık arasındaki çizgiyi sadece bir 90 dakikaya hatta bazen bir şuta ya da kurtarışa indirgemek ne kadar doğru? Türk futbolunun bu durumdan sıyrılması yakın bir gelecekte mümkün olacak mı? Bu kültürü edinmek için ne yapmalıyız?

Başarıyı ve başarısızlığı tek maça indirgemek tabii ki yanlış. Bu yüzden başarılarımız hiçbir zaman sürdürülebilir olmuyor. Hem kulüplerde hemde milli takımımızda durum böyle.

Sürdürülebilir olmak gerekiyor. Şampiyonluk elbette önemli ama şampiyon olmayan takım var mı? Şampiyonluklar gelip geçici. Kulüpler sürdürülebilir bir yapının içerisindeyse gerçek şampiyonluk budur. Bugün 3. Lig’de oynayabilmek için Bölgesel Amatör Lig’de şampiyon olmalısınız.

Aynı şekilde 2B’de oynuyorsanız 3. Lig’de şampiyon olmuşsunuz demektir. Bu açıdan bakıldığında demek ki herkes şampiyon olmuş ama şampiyonluk sürdürülebilir olmadıktan sonra şampiyon ol sonra küme düş bu çok akılcı bir durum değil bana göre. Yıllarca aynı seviyede kalabilmek, kulübün yeni Arda Güler’ler yetiştirebilmesi, sürekli Şampiyonlar Ligi’nde olabilmek önemli. Bu durumda sürekliliği sağlayabilmek için iyi yapılanmayı çok daha önemsiyorum.

Hocam size yüzde yüz hak veriyorum ama kulüplerimizin başında bulunan teknik direktörler bunlardan bahsetmek yerine sürekli Avrupa kupalarından ya da puan hedefinden bahsediyor. Teknik direktör taraftarlara bu gerçekleri açıklasa ve taraftarlar da artık gerçeklerin farkına varsa daha iyi olmaz mı?

Ben bunları daha önce çalıştığım birkaç takımda söyledim ama yoğun bir muhalefetle karşılaştım. Mesela Bursa’da Bursaspor’da Süper Lig kadrosundan sadece çok az oynayan iki oyuncu vardı. Transfer son gün açılmıştı ve elimizde U19 oyuncularından oluşan sıfır bir takım vardı. Çok kötü şartlarda puan silme cezasıyla karşılaşmamıza rağmen ayrıldığımda üçüncü sıradaydık.

Şehirde herkes ve taraftarlar sürekli şampiyonluk istiyordu. Bursaspor’un daha önce Süper Lig şampiyonluğu yaşamasından ötürü bu beklentileri tabii ki anlayabiliyordum ancak şartlar başkaydı. Anlaşılması zor durum değildi ancak bu kadar büyük bir camianın o durumda olması da kabul edilemezdi.

U19 ağırlıklı bir kadroyla yola çıkmıştık ve şampiyonluk hedefi gerçekçi değildi. Ben oradayken takımın borcu 350 milyon liraydı ve şu anki borç 1 milyar 350 milyon civarı. Bir gün otururken şampiyon olunsa Süper Lig’de 80 milyon gelir edeceklerini ancak Süper Lig’de oynayan bir takım kurmanın maliyetini 200 milyon lira olduğunu söyledim. Bu doğrultuda önümüzde nasıl bir plan olduğunu sordum çünkü şampiyon olsak bile gelirler giderleri karşılamayacaktı.

Bir plan yoktu ama yine de şampiyonluk isteniyordu. Oradayken bunu açık bir şekilde ifade etmiştim. Bursaspor’un şampiyon olacak bir önceliği olmamalıydı, yapılanması gerekiyordu. Bursaspor o sene şampiyon olmasa gelecek yıl TFF 1. Lig ayarında 20 tane genç oyuncusu olacaktı. Sonra o oyuncuların satışıyla elde edilecek gelirlerle 4-5 yıl içerisinde borçların sıfırlanma ihtimali doğacaktı şampiyonluğa oynayacak bir takım kurulurdu. İlla şampiyonluk talep edildi ve geldiğimiz noktada 5 yıl gibi kayıp bir zaman ve duran borçlar var.

Çok değil 2.5 sene önce bir Japon takımını çalıştıran 57 yaşındaki Ange Postecoglou oğlu iki senelik Celtic macerasında oynattığı göze hoş gelen futbolun ardından dünyanın en büyük takımlarından biri olan Tottenham’ın başına geçti. Hatta yardımcılarından biri de bir dönem Antalyaspor ve Gençlerbirliği formasıyla Süper Ligde izlediğimiz Jedinak oldu. Futbol dinamiklerin hızla değişim gösterebildiği bir spor ve sadece bu örnekte de gördüğümüz 2.5 yılda bir anda kendinizi dünyanın en büyük takımlarından birinde bulmanız mümkün. Kendi kariyerinize ve geleceğinize dair ne gibi hedefler ve hayalleriniz var?

Postecoglou’nun Celtic’ini fırsat buldukça izledim. O da De Zerbi gibi baskıya davet ve geniş alanları kullanma odaklı bir pozisyon oyunu antrenörü. Her şeyden önce bir oyun tarzına sahip. Oyununa inanıp güvendiği için Japonya’dan Tottenham’a kadar gelebildi. Dünya futbolu bu tarz oyunu kontrol eden teknik direktörleri talep ediyor. Bu sezon Premier Lig’in çok keyifli olacağını düşünüyorum.

Kendime gelecek olursam…

Bugüne kadar ilgi çeken bir antrenör oldum. Daha iyi şartlarda daha iyi kulüplerde çalışıp daha önemli işlere imza atabilirdim. Zor şartlarda olan takımlarda çok çalıştım ama hala o potansiyele sahip olduğumu biliyorum. Daha dikkatli kararlar vermem gerektiğini düşünüyorum. Süper Lig’de iki krizli takımda zor şartlarda çalıştım.

Kayserisporu ligde tuttuk. Kayserispor o dönem o borçla küme düşseydi şu an öyle bir kulüp yoktu. Kayseri’nin bana bir borcu olduğuna inanıyorum. Takımın o sezondaki yedinci antrenörüydüm. Benim için kariyerimin bir dönüm noktasıydı ve geceleri uyumadan çalıştım. Takımı ligde tutabilirsem bir sonraki sezon istediğim takviyelerle Süper Lig’de iz bırakacak bir iş yapabileceğimi düşünüyordum ve bu fırsatı bulabilseydim sadece bir seneyle farklı bir konuma gelecektim ama maalesef işler umduğumuz gibi gitmedi. Hiç hak etmediğimiz bir şekilde hala anlam veremediğimiz bir ayrılık yaşadım. Süper Lig’de fazla çalışamamak içimde kaldı ve bu nedenle Kayserispor’a kırgınım. Vardır bir hayır. Çok çalışmaya devam edeceğiz.

Senin gibi sahanın içine ve oyuna derin ilgi duyan arkadaşlar bana enerji veriyor. Bu şekilde motivasyonum artıyor.

Dışarıda kalıp takım çalıştırmadığım dönemlerde daha da güçleniyorum. Şu anda Türk futbolunda 3. Lig’den Süper Lig’e kadar tüm liglerde çalışmış ender teknik direktörlerden biri olmanın gurunu yaşarken alt liglerdeki  antrenörlere model ve ilham kaynağı oluyorumdur inşallah.